Saat dörde doğru artık gözleri kapandığından kitabı kapatacaktı ki son bölümdeki Tanrıçalar Neden Gitti? Şiirine takıldı gözleri. Şiiri okudukça kendisini de o tanrıçalardan saydı ve kitap elinden düştü. Artık yatmalıydı. O da öyle yaptı kitabı saygılı bir şekilde rafın kenarına koyarak.
Üniversite’nin kafeteryasında gazete okuyordu. Artık bir kuş kadar hafiflemiş ve okulu bu an itibariyle bitirmiş görünüyordu. Gazetedeki bir haber dikkatini çekmişti. Mersin’de İştar Kadın Danışmanlık Merkezi açılmıştı. Ayrıca yurdun dört bir yanından burada gönüllü çalışmak için insanlardan başvuru alınıyordu. Başvuru şartları arasında daha biraz önce bitirdiği bölümden mezun olmak yeterliydi. Gözlerini dönüp dolaşan insanlara dikti. Genç kızların dövmeli kolları ve cep telefonuna kilitlenen beyinlerini düşündü.’’ Ailem bana karışmasa ben de oraya gidip çalışsam. Hem İştar’ı,İnanna’yı ve daha kimleri de iyice öğrenmiş olurum. Zaten ailem çocuğuma da karışacak değil ya kızımın adını hatta erkek olsa bile muhakkak İştar koyacağım.’’ dedi. Bir an için bulunduğu zamandan ve mekândan çok ötelere gitti. Asaletin, onurun ve adaletin bekçileri tanrıçaları düşünmeye başladı.
Aynada saçlarını düzelten Selin, aynanın kenarına yerleştirdiği o şiiri bir kere daha okudu. Geç kalıyordu randevusuna. Gerçi Yılmaz böyle basit şeyleri dert eden birisi değildi ama durup dururken de çocuğa mahçup olmak istemedi. Çıkmadan önce ani bir değişiklikle uzun bir elbise giymiş ve kitaptaki tanrıçalara benzemişti artık. Topladığı saçlarını da baharın taze rüzgârına bırakınca dilinde şiirin aklında kalan kısımlarıyla bir tanrıça edasıyla evden çıktı. Yılmaz ile evlenmeyi düşünüyordu ama hala birbirlerini tam olarak tanımadığını düşünüyordu Selin. Yılmaz mühendisliği bitirmiş işe başlamıştı. Hatta daha şimdiden araba almış ve kendisince düğün hazırlıklarına başlamıştı. Yılmaz da baharın rengârenk kokuları arasında kendini çok mutlu hissediyor ve mutluluğu bir ömür boyu devam ettirmek istiyordu. Buluştuklarında konuşmaları evlilikten önce tanrıça konusuydu. Selin ona kadınları ve onların bu çağda neden yaşamadığını anlatıyor. Erkeklerin bu tanrıçalara neden tahammül etmediğini soruyordu. Oysa Yılmaz, her şeyden önce körkütük âşıktı. Bu tür eserler okumadığı için biraz meraklı bir heyecanlı dinliyordu Selin’i. Hayran hayran dinlerken bir kez daha Selin’e âşık olmuş ve kitabı bir an önce okumak istediğini söylemişti. Üstelik Selin’in dudaklarında kalan şiirin sözlerini o da çok tutmuş ‘’Arabamım arkasına yazacağım.’’diyordu. Selin’in cevabı şiirseldi yine: ‘’Aklına ve yüreğine yaz ama sadece yazma, ara sıra bilincine çıkar.’’Gülüştüler. Orada Selin’i tanrıça olarak gören Yılmaz’ın evlenme teklifine Selin, tanrıya teslim olur gibi: ‘’Evet’’demişti.
Evlenenleri bir sene olmuştu o bahardan sonra. Selin bu süre zarfında evin ihtiyaçlarıydı, misafirlerdi, siparişleriydi, yeni evin düzeniydi derken doğru dürüst kendine vakit ayıramamıştı.
Bir gün işten erken çıkmış ‘’Bugün kendime biraz vakit ayırayım.’’ derken yine kendini ev işleri içinde bulmuştu. Kitaplığı düzeltirken okumadığı kitaplara acır gibi oldu. Bir daha tozlarını aldı kendisini affettirir gibi. Saate baktı. Yılmaz gelmek üzereydi. Eline eski bir kitap geçti tozunu alırken sayfalarının arasında üniversiteyi bitirdiği gün gazeteden okuyup kestiği İştar Kadın Danışmanlık Merkezi’nin haberi vardı. Yüreği burkulur gibi oldu. Bir an önce tozunu alıp o kitabı yerine koymak istedi. Ama elinde kalan bu son kitaba gözleri takıldı yine. Bu bir hastalıktı adeta Selin’de. Eline aldığı kitabı muhakkak evirecek çevirecek bir bölüme bakacak, kapağına bakıp yeni anlamlar çıkaracak sonra da Kuran’ı bırakır gibi saygıyla bırakacaktı kitabı. Zaten onun için her kitap kutsaldı bir yerde. Bu kitabı da sahaftan merak etmiş almıştı ama bugüne kadar hiç okumamıştı. Kitabın kapağında bir erkek ve bir kadın duruyordu. Erkeğin elinde onlarca maske vardı: Kızan. Bağıran, şaşıran, onaylamayan, memnun, hükmeden, kendinden emin... Kadının elindeki maskeler ise o kadar belirgin değildi sanki ama yorgun, üzgün, sessiz, umutsuz, hasta ve ağlayan gibi şeyler tahmin edilebiliyordu. Kocaman puntolarla: Rollerin Değişimi yazıyordu. Rastgele bir bölümü açıp şunları okudu:
‘’ Değişen dünyamızda değişmeyen tek şey değişimdir. Bu değişimler içerinde şüphesiz en önemlisi insanın davranışlarındaki değişimdir. Yeni olgular ve bulgular insanların davranış ve düşüncelerinde sınırsız bir değişime yol açmaktadır. Bu değişim o kadar hızlı ve çeşitlidir ki kültürden kültüre, coğrafyadan coğrafyaya ve dinden dine değişebilmektedir. Bugün davranışların değişimi cinsiyetler açısından da böyledir. Erkeğin davranışları ile kadının davranışları, duyguları veya düşünceleri de sürekli değişmektedir.M.Ö. yaşayan bir erkeğin bir olay karşısında verdiği tepki ,Rönesans’ta yaşayan bir erkeğin verdiği tepkiden nasıl farklıysa; Sümerlerde yaşayan bir kadının gözündeki erkek, Osmanlılar Dönemindeki kadınların gözündeki erkekten daha farklıdır. Zamanın kendine özgü yarattığı ideoloji, o dönemin erkeğini de kadınını da değiştirmekte ve bir önceki dönemle karşılaştırıldığında birçok farklılık yaratmaktadır.’’
Kapıdan gelen sesle tekrar daldığı dönemlerden geri geldi Selin. Elindeki kitabı bırakıp kapıya doğru gitti. Acele etmiyordu zaten Yılmaz’ın anahtarı yok muydu? Kendisi neden açmıyordu ki kapıyı? Zil, yaramaz bir çocuğun düşüncesizliğinde tekrar tekrar çalıyordu. Kapıya doğru giden Selin, elinde eşya olma ihtimalini de düşünerek hızlıca açtı kapıyı. Yılmaz’ın yüz ifadesi biraz önce elindeki kitabın kapağındaki yüz ifadelerinden olumsuz olanlardandı.
—Ne yapıyorsun sen içerde ya? Kapıyı açman için dört beş kez mi çalmalıyım?
Selin’in yüz ifadesi birden değişti. Hani şu maskeli kitaptaki kadının tuttuğu bütün maskeler gelip yerleşti Selin’in yüzüne. Bir şey söyleyecek gibi olduysa da Yılmaz daha baskın çıkmıştı:
—Bütün gün çalış dur, müdürü memnun etmeye çalış,üstüne fırça ye bir de eve gelince kapıda kal. Bir karış surat da cabası.
İkisi de mutfağa geçtiler yemek yapmak umuduyla. Çünkü ikisinde de artık yemek yapma isteği kalmadığı gibi açlıkları da ne olduysa da ezilip gitmişti. Yılmaz elindekileri tezgâha bırakıp salona giderken umutsuz bir cümle duyuldu: '' Ben aç değilim.''
Selin’in o bir karış suratı, biraz önce okuduğu kitaptaki değişimleri haklı görmesi üzerine kayboldu. Yemek yaptı ve Yılmaz’ı çağırmak için salona gittiğinde Yılmaz’ı elinde kumandayla uyuduğunu gördü.
‘’Bugün hem çok çalışmış hem de problemler yaşamış belli’’ diyerek Yılmaz’ı uyandırdı. Yemeklerini yediler.
Hafta sonuydu. Şairin deyişiyle ‘’Dışarıda gürül gürül akan bir dünya’’ vardı. Kendilerini dışarıya atma fikri de ikisinin de kafasına aynı anda hücum etmişti. Evlenme teklifinin yapıldığı çay bahçesine gelince ikisi de birbirine bakıp gülümsediler. Hemen o masayı bulup oturdular. Sabahtı daha, çok kimse yoktu. Eller yolunu biliyormuş gibi, yatağında akan bir ırmağın yolunu bulduğu gibi birbirini buldu, gözler de aynı yolu takip edip birbirlerine kilitlendi. Üstelik mevsimin bahar olması bu günü ne kadar da benzer kılmıştı o güne. Söze Selin başladı:
—Yılmaz ne oluyor bize? Sanki bana karşı biraz değiştin. Artık beni dinlemiyor, ben bir şey söyleyeceğim zaman sözümü kesiyorsun.
Yılmaz, bu konunun açılacağını tahmin ettiğinden suratı biraz mahcup söze girdi:
—Ya Selinciğim bizim iş yerinde problemler var. Müdürü memnun edemiyoruz bir türlü. Bir de ben bu dönem hastaneye gitmek için çok izin aldım, rapor aldım. Adam kafayı bana taktı resmen. İşten mutsuz eve geliyorum. Ondan bazen seni üzüyorum. Özür dilerim. deyip bu konunun kapanmasını umut ediyordu.
Selin daha net ve sert sözleri dudaklarından geri döndürdü ve Yılmaz’ın sürekli rahatsızlanmasına bir anlam veremediğini düşündü.Konuyu değiştirmeye pek istekli değildi ama:
—Yılmaz, aylardır aynı hastaneye aynı doktora gidiyorsun sakinleştirici, ağrı kesici veya kas gevşetici verip gönderiyor, yok stres diyor, yok yorgunluk diyor, yok sinir diyor. En son işte bayıldığını unuttun herhalde. Gel özele bir gidelim varsa bir sıkıntı öğrenelim dedi.
Bu makul teklife artık bir bahane bulamayan Yılmaz, teklifi kabul edip en kısa sürede özel bir hastanede muayene olacağını söyledi. Tanrıçalar Neden Gitti? Şiirinden aklında kalanı okuyacaktı Yılmaz ama değil devamını hepsini unutmuştu. Selin, bu unutuşa içerlense de kendisi tebessümle okudu şiiri.
Selin haklıydı. Bir an önce doktora görünmeliydi. Öyle de yaptı en kısa sürede özel bir hastaneye gidip muayene oldu. Yalnız burada da doktoru memnun etmek zordu. Her eline geçen tahlile daha çok şaşırıyor gibi yapıp kan tahlili, röntgen derken başka bir açıdan çekilmiş film daha istiyor, psikoloji testi olmazsa olmazmış, en son kalp nabız atımları derken iyice yorulan ve yarı baygın yatan Yılmaz’ı güldürmeye çalışıyordu Selin.
Doktor, Selin’i odasına çağırdı. Doktorun sözleri, her şeyden önce Yılmaz’ı güldüren yüz ifadesini bir daha geri getirmemek üzere bir tanrıçanın kaç bin yıllık tapınağına gömdü. Sonra da maskeli kitabın kadınlar için seçtiği maskeler, yavaş yavaş gelip oturdu Selin'in yüzüne. Doktorun seçtiği sözcükler, karanlığa yakındı.
—Kızım, kocanın beyni, hepimizin her gün yaşadığı ama baş ettiği yorgunluk, sinir, kıskançlık, umutsuzluk, kaybetme gibi sorunlara farklı tepki veriyor. Bu durum psikolojinin sınırlarına girer. Ama ben şunu söylemek zorundayım. Kocan üzülünce ve sinirlenince beyni zayıf düşüyor. Bedeni görevlerini yapamaz oluyor. Şu an için nabzı normalin altında ve vücudu kendini toparlamak için gereğinden fazla çalışınca yorgun düşüyor. Galiba sinirlenince yorgun düşüyor, yorgun düşünce de daha çok sinirleniyor. Benden sana tavsiye asla yorulmasın, üzülmesin. Hatta bu durumdan kendisinin de asla haberi olmasın. Zaten öğrenirse kendisini istese de artık toparlanamaz. Bu durum, onu gizlice içerden kemirir durur.
Duydukları karşısında suratı allak bullak oldu Selin’in. Bu nasıl bir hastalık, nasıl bir teşhisti, nasıl bir tedaviydi?
Eve geldiklerinde canını sıkacak ne varmış ki bir de doktora gitmişlerdi. Artık o müdürü umursamadın mı bir şeyin kalmazdı. Hepsi yorgunluktu işte. Bekledikleri gibi kötü bir şey yokmuş işte. Boşuna günümüzü heba ettik. Nasıl rollere gireceğini öğrenmişti Selin, Rollerin Değişimi kitabından. Bir ara psikoloğa gitselerdi ondan işe yarar bir şeyler öğrenebilirlerdi. Bunu kurguladı Selin. Gidecekleri psikoloğa önceden gidip durumu bütün ciddiyetiyle anlattı. Psikolog, bu durumun artık normalleştiğini ve her gün böyle şikâyetlerle gelindiğini artık bununla yaşamanın hemen hemen son yol olduğunu sanki bahsettiği birçok basit bir şeymiş gibi anlattı sakince. Psikologla anlaştığı gün gittiler. Psikolog keyfine bakmasını, kendisinden iyi olduğunu ve böyle şeylere kafayı takmamasını tembihledi Yılmaz’a. Hatta hafta sonları halı saha maçına bile çağırmayı bile teklif etti. Sonradan Selin’e kısacası ‘’Kocana iyi bakmazsan ölebilir de ne yazık ki. Asla ama asla sinirlenmesin.’’dedi.
Dışarı çıktıklarında sonbahar belirtileri kendini birdenbire göstermeye başlamıştı. Selin o an fark etti baharın giderek kaybolduğunu. Rengârenk çiçeklerden bazıları alıp başını gitmişti kendi soylu tarihlerine. Yerlerini rüzgârda dans eden sararmış yapraklara bırakmışlardı. Ağaçlar eski gürlüklerini kaybetmiş kendilerini hazan bir mevsime bırakmışlardı. Eski kokular tamamen gitmeseler de hala bir duvarın dibinde direniyorlardı yaşama. Onlar içinde geçerliydi yaşamanın direnmek olduğu. Değişmeyen tek şey değişimdi. Herkes ve her şey değişiyordu değişmeleri gerekiyordu. Arabayla eve dönerken Kosova Halk Şarkılarından olan ‘’Surla’’ parçası çalıyordu. Anlamlarını bilmeseler de Yılmaz, bu parçayı Karadeniz tulumuna benzetti. Selin ise Kosova’daki iç savaştan dolayı Türklerin göçünü ve Kosova’da yaşanan değişimleri birer trajediyle kendi trajedisine bağlıyordu. İşte kadının ve erkeğin bin yıllardır olaylar ve durumlar karşısındaki farklı ve değişken tutumları...
Eşini seven Selin’in artık olan bitene göz yummaktan başka çaresi kalmamıştı. Değişecek ve eşinin yaptığı şeylerden dolayı onu suçlamayacak, ona destek olacak ve onun yorulmaması için daha çok yorulacaktı. Yılmaz’ın keyfi yerindeydi ve önündeki aracın sarı yandığı halde neden hareket etmediğine bağırıyor sinirleniyordu. Yanından geçerken de küfür etmeyi ihmal etmiyordu. Selin işinin çok zor olduğunu ve Yılmaz’ı değiştirmenin göründüğünden daha zor olacağını düşünürken bir bütün halinde erkeğin değişmesini umut ediyordu artık.
Yılmaz bir daha hiç mutfağa girmedi, kapıda hiç kalmadı, hiçbir önemli günü hatırlamadı, Hiçbir zaman ütüsüz bir elbiseyle işe gitmedi ütü yapmayı artık unuttuğu halde. Kadın ve erkek eşitliğinin kitaplarda kaldığını hatta bunu Selin’in bile artık kabul ettiğini söylüyordu.
Selin ise psikoloğun o kolayca kurduğu cümleleri derin derin düşünüyordu. Tayin dönemi geldiğinde en uygun yerin İzmir olacağına karar verdiler. Böylece bu büyük şehirde deniz kenarında rahatça dolaşabilecekler ve bu büyük şehrin her türlü imkânlarından faydalanabileceklerdi. Hem oradaki çalışma sahası içerisinde o kalabalıkta kimse Yılmaz’a o kadar yüklenmeyecekti. Bulunduğu yerin tek mühendisi değil onunla aynı işi yapan onlarca mühendis olacaktı. İş yükü de azalacaktı böylece. Böylece Selin ile ortaklaştıkları bu ender kararla tayinlerini İzmir’e aldırdılar.
Yılmaz bu şehrin vakit geçirilebilecek her köşesini kısa bir süre içinde öğrendi.
Daha önce işten çıkıp akşama kadar dışarıda takılan Yılmaz’a göre ev bir cehennem, dışarısı ise bir cennetti. Bu da değişmiş Selin ‘in fedakârlıkları sayesinde ev bir cennet olmuştu Yılmaz için. Yılmaz kendisine cehennem olarak şimdi iş yerini seçmiş ve müdürün tayininin çıkmaması halinde kendisinin tayin isteyeceğini her fırsatta dile getiriyordu. Bu tayin işini Selin de ciddi ciddi düşünüyordu çünkü Yılmaz, sadece müdürle değil artık iş yerindeki hiçbir arkadaşıyla anlaşamıyordu. En iyi dostu psikolog olmuştu çünkü onu en iyi anlıyordu. Başı her derde girdiğinde ondan yardım alıyor hatta arabanın modelini yükseltmek için ondan borç para bile almıştı. Demek ki insan dostunu da zamanla tanıyacaktı. Selin, bu gelişen dostluğa ne olumlu ne de olumsuz bir yorum getirebiliyordu. Bir yandan Yılmaz’ın günden güne eriyip gitmesine engel olamıyor bir yandan da onun böyle bir dostluğa çok ama çok ihtiyacı olduğunu da biliyordu. Bazen susmanın da birçok anlama geldiğini düşünerek elinden geldiğince onu mutlu etmeye ona şakalar hazırlamaya onu şaşırtmaya ve onu sinirlendirebilecek şeyleri yok etmeye çalışıyordu. Arkadaşlarının tüm ısrarlarına rağmen onlara vakit ayıramıyor, işten çıkabildiği kadar erken çıkıp bir an önce eve gidip ev işlerini Yılmaz gelmeden bitirmek istiyordu. Artık bu konularda konuşmayı kendisi de istemiyordu. Tek istediği Yılmaz’ın zamanla kendine gelmesi ve kendisini toparlayarak eski haline dönmesiydi. Oysa Yılmaz tam tersine alıştığı rahatlığı terk edemiyor, eşine yardım etmiyor hatta bunu eskiden nasıl yaptığına kendisi bile şaşırıyordu. Selin bir sinema filmi izlemek istediğinde şiddetle karşı çıkıyor ‘’Yalan olduğunu bile bile nasıl izliyorsun bu saçmalıkları. Hiçbir şey Fenerbahçe’nin maçı kadar gerçekçi değildir.’’diyordu. Ha bir de maçın sonucu asla belli olmazmış. Hangi dakika nasıl bir değişiklik olur belli değilmiş. Ne de olsa top yuvarlakmış ama film öyle miymiş? Selin kendisiyle çelişiyor konuyu buraya kadar getirdiği için üzülüyor ve kendisini suçlu hissediyordu. En iyisi çatışmamak ve ona uymak diye kendisine iyice ezberletiyor ama kendisini tutamadığı zamanlarda da işin ucu buraya geliyordu. Selin yanlış yaptığını ve bir daha bu yanlışa düşmemesi gerektiğini düşünürken; Yılmaz gol kaçıran hücum oyuncusuna kızıp kendi elinin titremesine bakıp:
—Hay Lanet olsun ya bak gene başladı bu elimin titremesi. Ya ne zaman sinirlensem bu elim titremeye başlıyor bu nedir anlamadım ya hep senin yüzünden Selin.’’Demeye başlardı. Başlardı çünkü bu durum artık sıkça rastlanan ve normale bağlanan bir durum olmuştu.
Hatta bir keresinde Yılmaz artık arabanın eskidiğini ve arabayı değiştireceğini daha iyi bir araba alacağını söyleyince: Selin bir an mantıksız davranıp
—Al tabii canım ya senden önemli mi? Sana da bu araba yakışmıyordu zaten ‘’diyecekken boş bulunup:
—Yılmaz, daha bu arabanın borcunu ödemedik ki. Hangi parayla yeni araba alacasın? dedi.
Selin bunu söylerken Yılmaz’ın elinin titremesi başlamıştı bile. Böyle bir şey beklemiyordu. Mantıklı veya mantıksız olması önemli değildi dediğinin. Selin nasıl karışabilirdi onun kararına? Arabadan mı anlıyordu ki her işe burnunu sokuyordu. Böyle bir tavırla bu ilişki sürdürülebilir miydi? Gittikçe kızarıp bozarıyordu:
—Ben çalışıyorum para kazanıyorum. İster araba alırım ister kamyon alırım. Kim nasıl bir hakla karışır bana. Borçsa borç. Borcumu da öderim arabama da binerim ’’ diye söylenip duruyordu.
Selin ise söylediğine bin pişman özür dilese olmuyor, şaka yaptım dese para etmiyor, ‘’Tamam. Kızma ne olur! Ne istersen onu al.’’ dese bir kıymeti harbiyesi kalmıyordu artık Yılmaz’ın gözünde. Bütün bunlar yetmezmiş gibi hafta sonu temiz hava almak için çıktıkları İzmir tepelerinden dönüşte arabalarının arızalanması tabiri caizse bardağı taşıran son damla olmuştu artık.’’Bir kadın o küçücük beyniyle her işe karışırsa sonunda olacağı budur.'' diyordu Yılmaz. Sinirlenmek için adeta bahane arayan Yılmaz’ın eline beklediğinden daha büyük koz geçmişti.İlk defa kullandığı ve devamı getirdiği bu hakaretler Selin’in kulaklarına çarpıyor kalbine gitmek için zorluyordu Selin’i.Selin ilk defa yenildiğini hissetti.Bulunduğu tepeden sanki bir şey onu süngüyle paramparça edip Anafartalar’da sürüklüyor,yol kıyısına atılmış bir ceset gibi Mendereslerde boğup denize döküyordu. Kırılganlığını ilk defa hissetti. Kelimeler kalbine inmişti artık. O gün zor bela eve döndüler. Bu gezi onların beraber yapacağı son gezi olacaktı. En azından Yılmaz, böyle bir yemin etmişti. Selin ise artık geziyi değil ömrünün kalanını ilk defa ama ilk defa düşünmeye başlamıştı. İlk defa o akşam ayrı yattılar, İlk defa o akşam Selin yemek yapmadı. Gerçi yapsaydı da kimsenin yiyeceği yoktu.
Değişim dışında her şey değişiyordu. Selin, mücadele azmini daha nasıl taşıyacağını düşünürken, Yılmaz, evlenmeden önceki Selin’i arıyor ve onun nasıl yok olup gittiğini bunun nasıl gelip onun yerine geçtiğini sinirle kendi kendine söyleniyordu. Roller dağıtılmış, maskeler yerli yerine oturmuştu. Kadın değişiyor kendisine verilen rolü oynuyor erkek, ise çoktan maskesini takmış sahneye çıkmıştı bile. Su akıp yatağını buluyordu.
Bir şiir kitabı geçmişti Selin’in eline. Bir pazar sabahıydı. Sonbaharın kıymetlenen güneşi altında perdelerin arada bir gelip kızılımsı saçlarına dokunuşuyla perçemlerini toplayan Selin şiirlere sığınmıştı şimdilik. Okuduğu her şiir onu anlatıyordu sanki ne güzel yazmış Atilla İlhan
Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur
İnsan bir akşamüstü ansızın yorulur
Tutsak ustura ağzında yaşamaktan
Kimi zaman ellerini kırar tutkusu
Birkaç hayat çıkarır yaşamasından
Hangi kapıyı çalsa kimi zaman
Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu
Yılmaz ise bu Pazar pikniğe gideceğini söylemişti. Kendisi gelip de yapacaktı onca erkeğin içinde. Hak vermişti Selin hak vermek dışında seçeneği de yok gibiydi. Sonbaharın belki de son güneşi de kayboluyordu gökyüzünden. Selin gün boyu ev içinde kalmış sıkılmış, iş yapmış Tanrıçalar Neden Gitti? Şiirini bulmuş ve eski günleri yâd ederek birkaç kere de yüksek sesle de okumuştu. Geri dönüp yarıda bıraktığı Atilla İlhan’ın şiirlerine dalmıştı ki bir bölüm onu adeta yeniden ayağa kalkması yönünde tahrik etmişti. Şiir:
An gelir
Ömrünün hırsızıdır
Her ölen pişman ölür
Hep yanlış anlaşılmıştır
Hayalleri yasaklanmış
An gelir şimşek yalar
Masmavi dehşetiyle siyaset meydanını
Direkler çatırdar yalnızlıktan
Sehpada pir sultan ölür
Son umut kırılmıştır
Kafdağı’nın ardındaki
Ne selam artık ne sabah
Kimseler bilmez nerdeler
Namlı masal sevdalıları
'O an gelmiş miydi acaba?' diye düşündü. Ne oldu onun direngen sevdasına? Neden şimdi Pir Sultan gibi sehpadaydı? Son umut kırılmış mıdır veya kırılmalı mıydı Kaf Dağı’nın ardındaki? Kimse bilir miydi acaba nerdeydiler o namlı masaldaki sevdalısı?
O esnada kapı çalındı. Gelen Yılmaz’ın iş yerinde oda arkadaşı Özcan’dı. Yılmaz’ı sordu. Karşısında Özcan’ı gören Selin şaşırmayla korku arasında bir yüz ifadesiyle cevap verdi:
—Siz bugün pikniğe gidecektiniz ya hep beraber. Yılmaz sizinle gelmedi mi?
— Yok, yenge ne pikniği. Biz öyle bir şey ayarlamadık. İlk defa senden duyuyorum. Ben de onu telefonla arıyorum bir saattir kapalı. Sizi akşam yemeğe davet edecektim.
Selin’in yüreğine bir atom bombası bırakıp gitti.
Selin üstünü değiştirip yitip giden sonbahar yaprakları arasında dolaştı sokakları. Aklına her türlü kötü şey geliyordu. Bir yerde düşüp bayılmış olabilirdi. Belki de hastaneye veya polise gitmeliydi. Onu bir daha görememe korkusu da gelip duruyordu kalbinin üstüne. Özcan ile beraber olmadığına göre nerede olabilirdi? Ana caddeye yaklaştı karakolun karşısından geçti ama cesaret edemedi içeriye girmeye. Ya kendisine orada kötü bir haber verselerdi ne yapacaktı? Hastanenin önüne geldiğinde de oraya da girmeye cesaret edemedi. Bulunduğu yerden Yılmaz’ın yeğeninin evi aklına geldi. Evet, oraya gitmiş olabilirdi ama yeğeni de tatildeydi. Hastaneye gitmektense yeğenin evinin önüne geldi. Apartmanın giriş kapısı açıktı. Dördüncü kata çıktığında nefes nefeseydi. İçinden ‘’Allah’ım burada olsun da! ‘’diye dua ediyordu. Kapıyı çaldı, bir daha çaldı. Kapı açılmayınca kendi kendine ‘’Ben deli miyim? Evde olmayanların kapısını çalıyorum, deyip döndü. Adımını attığı gibi arkasından bir tıkırtı duydu. Kilit döndü. Kapı açıldı. Yılmaz kafasını hafiften çıkarmıştı. Uykudan uyandığı için gözlerini tam açamıyordu herhalde.
—Yılmaz! Ya nerdesin sen? Beni ne kadar korkuttun. deyip boynuna atıldı. Yılmaz’a sarıldığında başını kaldırıp kapı aralığından çekyatın üzerinde çıplak bir kadın bedeni görünce irkildi. Adeta yerinde sıçradı. Yılmaz’a baktı. Yılmaz artık uyanmıştı. Ne söyleyeceğini bilemedi. Söyleyebileceği her kelime ya eksik kalırdı ya da anlamsız. ''Ölmekten beter bir duygu varsa o da budur.'' diye düşündü. Hiçbir şey söyleyemedi. Bir an önce o görüntüden kurtulmak istedi. Yılmaz’ı itti ve merdivenlerden düşe kalka kendini sokağa attı. Dışarıda sağanak bir yağmur başlamış sanki gökte duran İştar ona ağlıyordu Babil Kulesi başına yıkılmış, tapınak bekçileri onu kurban ediyordu yeni krala. Eve kadar nasıl geldiğini bilmiyordu. Ama her adımında geride bir şeyler bıraktığını biliyordu. Son Umut kırılmıştı artık Kaf Dağı’nın ardındaki. Ne selam vardı artık ne de sabah. Her sokak görünmez bir mezarlıkmış gibi geldi. Meğer saf saf dolaşmış tenhalarında. Belleğinden bir an heykellerin yıkıldığı bayrakların indiği sahneler geçti. Gördüğü her erkek bir canavar gibi gözüktü gözüne. Karakollar taranmış ve yağmurda bir militan ölmüştü. Ölmüştü içindeki sevgi. Artık kimseler bilmeyecekti namlı masal sevdalıların nerede olduğunu. Tahrip gücü yüksek saatli bir bomba patlamış ve yıkılmıştı kalbinde inşa ettiği saray.
Yılmaz eve vardığında kimseyi bulamadı. Masanın üzerinde Tanrıçalar Neden Gitti? Şiiri duruyordu. Aklından bir an evlenme teklif ettiği sahne geldi. Sonra da şiiri ezberleyemediği için mahcup olduğu an geldi. İlk defa şiire anlamlı anlamlı baktı:
Tanrıçalar Neden Gitti?
Kavim bir medeniyetten
Ve soylu bir adaletten
Yükselen yüce tanrıçalar
Yaşam bağışladığınız
Erdem saçtığınız
Cennette yaşattığınız
Günlere kılıç çekildi.
Yıktığınız duvarlara asıldınız
Özgürleştirdiklerinize satıldınız
Barış güvercinleri büyütürken
Kralların şahinlerine atıldınız
Her insan biraz kadındır
Tabletlerde kalan adındır
Yaşatmak ki muradındır.
Bunun bedeli kanındır.
Gitmelisin bu kirlenen zamandan
Vazgeçmemelisin umutlanmaktan
Artık kurtar kendini satılmaktan
Ölmek iyidir, böyle köle yaşamaktan
Çırılçıplak bir yalnızlıkla vurulan ve paramparça duygularla şiiri masaya bırakan Yılmaz, eskimiş yırtık bir gazete parçasındaki haberi okuyordu şimdi.
Yorumlar
başarılar dilerim
başarılar dilerim