“Her yaş kendisine özgü güzelliklere sahiptir,” diye düşünsem de kendimi ikna edemedim. Yaşlılığa doğru koşar adımlarla yürüyordum. Daha doğrusu öyle hissediyordum kendimi. Ölümden korkmuyordum, ama yaşlılık beni dehşete düşürüyordu. Yapayalnız mı kalacaktım? Çocuklarım, ihtiyar yurduna beni gönderip orada unutabilirlerdi pekâlâ. Her gün onlarca örneğini duyuyor ve televizyonda izliyordum. Çocuklar, hiç acımadan anne ve babalarını sokağa bile atabiliyorlardı. İhtiyarlamamak için yaşımı dondurmak istiyordum. Hâlbuki küçükken, yılların çabucak geçmesini ne kadar da çok istemiştim.
Aynaya daha da odaklandım. Kaçınılmaz boşluğa doğru akan ömrümün tanığı olan saçlarım ve yüzümdeki kırışıklıklar bana şaşmaz sonucu hatırlattı: Mecbur ihtiyarlayacaktım. Aman tanrım, bugün daha çok seyrelmiş saçlarım! Bu telaşla yatak odasına koşup, eşimin gelincik gibi genç ve taze yüzüne baktım. Hiç doğum günümle ilgili konuşmamıştı. ‘’Unuttu!’’ dedim kendi kendime. ‘’Unuttu doğum günümü.’’ Geç olmasına rağmen, çocuk masumiyetiyle hâlâ uyuyordu. İçim içimi yiyordu. Bir yarımlık, bir eksiklik duygusu hissediyordum.
Doğmuştum; bu bir şanstı. Az çok bazı şeyler de yaşamıştım. Daha ne istiyordum ki! Bir an önce doğum günümü kutlamalıydım, ama o hüzün dağı içimde dimdik duruyordu. İkna edemiyordum kendimi.
Bu düşüncelerle oturma odasına geçtim. Pencerelerin panjurlarını kapattım. Eşimin süs eşyalarını koyduğu vitrinde gözüme mumlar ilişti. Her on yaşım için birer mum, diğer yedisi için de önceden yakılmış yarım bir mumu yaktım. Odanın içi mum kokusuyla doldu. Mumlar hoş bir romantizm kattı odaya ve gözümden dört damla gözyaşının döküldüğünü hissettim. Hafızamın tozlu yollarına dört rakamını yerleştirdim. Gökyüzünde dört çığlık koptu ve yüreğim dörde bölündü. Kırkıncı yaşıma doğru tırmanıyordum. Sonra da karanlık bir gecede gökyüzünü baştanbaşa yırtarak kayan bir yıldız gibi kayıp gidecektim bu dünyadan. Kendimi yalnız hissediyordum. Dipsiz bir kuyunun dibindeki kapkara bir taş gibi, yapayalnız.
Ben uzak âlemlerdeyken, kızım ve oğlum kapıyı açıp içeri girdiler. Yalnızlık duygusuna kapılmamam gerekiyordu normalinde; gül gibi iki çocuğum vardı. Kulaklarımda çocuklarımın tatlı sesleri yankılandı.
‘’Baba, ne yapıyorsun? Bu mumları niye yaktın?’’ dedi kızım.
‘’Biz ve anneniz için birer tane mum yaktım,’’ dedim.
‘’Neden, neden?’’ diye bağırdılar.
Kızım munis bir kedi gibi bana sokuldu. Oğlum kucağıma atladı. Soru soruyorlardı durmadan. Ben de bile bile çocuklarıma yalan söylüyordum. Ah, biz büyükler! Hani diyemezdim ki; bu mumları doğum günüm için yaktım. Anneniz unutur da… Hayır, hayır!
Karşımda yetişkin insanlar varmış gibi anlatmaya başladım:
‘’Her aşk muhteşemliklerle başlar. Bazı küçük sürpriz ve değişiklerle aşkı ödüllendirmezsen, tekdüzeliğin kollarına karışır, erir; masada duran şu mumlar gibi kendisini yok oluşa doğru götürür.’’
Anlamadılar tabii. Şaşkınca yüzüme baktılar. Tekrar suskunluğa gömüldüm. Düşüncelerim tırısa kalkmıştı.
Eşim niye unuttu doğum günümü? Sevgisinde bir azalma mı olmuştu? Niye? “Aman, daha kırk yaşına girmeden yaşlılık bunalımlarım mı başladı?” dedim mırıldanarak. Hüzünlüyüm bugün. Yusuf’un kuyunun dibindeki iniltileri benimkinin yanında fısıltı kalır. Hâlbuki daha önceleri böylesi şeylere önem vermezdim. Ne oldu bana? Bu hassasiyet niye? Çocukların konuşması beni tüm bu düşüncelerin arasında sıyırdı. Kendime geldim. Oğlum soruyordu bu sefer.
‘’Peki, baba bu mumları niye bizim için yaktın?
‘’Oğlum, sizi sakince düşünebilmek için.’’ dedim ve sözü kızım aldı.
‘’Mumları yakmadan düşünemiyor musun?’’
Hoppala! Sorularını cevapsız bıraktım. “Hey, ukala kafam! Ne bekliyordun, insandan daha iyi hediye olabilir mi?” diye sordum kendime. İç hesaplaşmam bitmek bilmiyordu, devam ettim monologlarıma. Eşimin benimle kalması, yaşamı birlikte paylaşmamız benim için büyük bir hediye değil miydi? “Evet, doğru!” diye cevapladı içimdeki ses. İnsandan daha büyük ve daha kutsal hediye olamaz. Ama insan, küçük şeyler de olsa bekliyor sevdiğinden. Her hangi bir şey; bir öpücük mesela... İçimdeki ses bu sefer bana hak vermeye başladı.
Kızıma döndüm konuşmak için. O beni anlayabilirdi. Daha yeni on üç yaşına girmesine rağmen -her şeyi olmasa da- anlayabilirdi söyleyeceklerimi. Oğlum ise dokuz yaşında. Anlatmaya başladım yine de:
‘’Bazı sol takılanlara bakılırsa, doğum günü kutlamaları, küçük burjuva özentisiymiş. Solcuların bir şeyleri kutlamaya hakları yokmuş gibi… İtiraf ediyorum çocuklarım, ben solcuyum. Laf aramızda böylesi günleri kutlamayı da oldum olası severim. Bu sevgim giderek de artıyor. İnsanları da çok seviyorum, kendimi de… Kendime armağanlar sunduğum gibi, başkalarına hediye vermeyi de severim. Hele annenize… Hiç sektirmeden, her doğum günü için kırmızı güller almışımdır’’
Panjurlar hâlâ kapalı. Çocuklarımla loş karanlığın içinde birbirilerimizin kalplerine sevgi haleleri göndermeye çalışıyoruz. Ama kafamın içi darmadağın. Geçen yıl doğum günümü unutmuştu eşim. Yine unutacak kaygısıyla kendimi yiyip bitiriyordum. Bir yandan da kendime kızıyordum. Eşimin doğum günümü hatırlaması için, ona dolaylı yollardan hatırlatmalar yapabilirdim. Ne yapsın garibim? İş, ev, çocuklar derken, kendisini bile hatırlayacak zamanı olmuyor. Hani ben de az rahatına düşkün biri değilim. İşlerine yardımcı olsam, belki de bu önemli günümüzü unutmayacaktı. Baksanıza, çocuklarım hemen kafamı şişirdiler. O ise iş saatlerinin dışında sürekli çocuklarla birlikte. Kolay mı bunca sorumluluğun altından kalkmak?
Ben bunları düşünürken baktım çocuklar karşıma geçip oturmuşlar. Onların gülümsemelerini zar zor görürken, yüreğimde efil efil sevgi rüzgârları esmeye başladı.
‘’Çocuklar, bugün doğum günüm,’’ dedim.
‘’İyi ki doğdun baba, iyi ki doğdun baba!’’ diye bağırmaya başladılar.
Çocuklarım doğum günü şarkısını söyleyip, kelebekler gibi dönenirlerken, karım gürültüden uyanmış, sessiz adımlarla mutfağa gitmiş. Yaşamın zorluklarını renklendirmeye çalıştığımız koca bir yılın acısını çıkartırcasına pastayı hazırlamış ve satın aldığı kazağı paketlemiş. Eşimi, elinde bir şişe şarapla görünce önyargının verdiği utançla ezildim, utandım. Büyük sürprizin verdiği şokla da mutlandım. İçimdeki eksiklik duygusu yok olup gitti. Kocaman bir gülücükle kazağı elime tutuşturdu. ‘’Giy bakalım,’’ dedi. Kazağın çok yakıştığını belirttikten sonra bana sarıldı.
Kafamdaki mutsuzluk perisini aceleyle kovdum. Henüz otuz yedi yaşındaydım. Saçlarımın seyrelmesi normaldi. Hem seyrek saçlı olmam, beni eşimin gözünde daha da çekici kılıyordu. Hem yaşım yüz olsa da gam değildi artık. Mutluydum. Tamdık. Dört kişiydik. Dört sevgi dağı birleşip tek bir yürek olmuştuk. Küçücük evim cennetim olmuştu. İleride lazım olur diye, her mutlu günüm gibi bu emsalsiz günümü de beynime kodladım.