TUTSAK YAZAR LEYLA ATABAY FELSEFE YAZILARINA DEVAM EDİYOR... FELSEFENİN DİPSİZ KUYUSU 2. BÖLÜM

Görülmüştür kullanıcısının resmi
" Sorular! Sorular! Sorular! Soruoğlu soru! Başıma top yediğim günden beri zihnim kırk tilkinin, kuyrukları birbirine değmeden dolanmaları gibi, dolanıp duran soruların mekanı olmuştu. Kitap üstüne kitap okuyordum. Bir felsefe kitabını anlamak için on felsefe kitabı okumak gerekiyordu. Her birini yine on ile çarp. Saadet zinciri! Doğa filozoflarının su, lava, ateşleri başımı döndürüyor, Thales’in ilk ilke dediği sularda boğuluyor, Anaksimenes’in “hava”sını ciğerlerime dolduruyor ama daha kendime gelemeden Anaksimandros’un sonsuzluğunda yitiyordum. Kurtuluşu Sokrates’te ararken, derdime dert eklemekten başka birşey geçmiyordu elime. Platon kesin cevaplar vaat edip beni idealara yöneltirken, Aristo göğe değil yere bak, diyordu. Bakmasına bakıyordum da, tek fark “sarı”nın kendi başına bir idea olmayıp “sarı civcivde” içeriliyor oluşuydu. İdea oluyordu kategori! Ortaçağda işler büsbütün sarpa sarıyordu. Skolastiğin üzerinden atlayıp Aydınlanma çağına varınca karşıma başka devler çıkıyordu. Kant’tı, Hegel’di, Marx’tı, Nietzsche’ydi, Schopenhauer’di derken Almanlar bayrağı Fransızlara devrediyordu. Camus, Sartre, Foucault... ohoo ölme eşeğim ölme! Bunun daha Uzakdoğu felsefesi var, İslam felsefesi var. Var û var. Ah hakikat! Şu hakikat var ya resmen bir türlü arandaki mesafeni kapatamadığın gökkuşağı gibi. Yere değen ayaklarının altında hazineye saklayan ama yaklaştıkça uzaklaşan rengarenk bir gökkuşağı. Şeffaf, seyyal!" LEYLA ATABAY L TİPİ HAPİSHANE A11 ALANYA -ANTALYA

 
                                                  FELSEFENİN DİPSİZ KUYUSU  II. BÖLÜM
                                                                                                                   1
      Biz mi dünyanın içindeyiz dünya mı bizim zihnimizde? Yoksa dünyanın ta kendisi miyiz? Bizle dünya arasında bir sınır var mı? Sınır neresidir? Nerede başlar nerede biter? Peki sınır bir ayrım mı yoksa birleşme, buluşma noktası mı?
      Felsefe acaip bir okyanus. Daldın mı çıkamıyorsun. Ya herro ya merro. Ya hiç bulaşmayacaksın ya da boğulma riskini de göze alarak, bir ilk penguen cesaretiyle atlayacaksın.
      Sorular! Sorular! Sorular! Soruoğlu soru! Başıma top yediğim günden beri zihnim kırk tilkinin, kuyrukları birbirine değmeden dolanmaları gibi, dolanıp duran soruların mekanı olmuştu. Kitap üstüne kitap okuyordum. Bir felsefe kitabını anlamak için on felsefe kitabı okumak gerekiyordu. Her birini yine on ile çarp. Saadet zinciri! Doğa filozoflarının su, lava, ateşleri başımı döndürüyor, Thales’in ilk ilke dediği sularda boğuluyor, Anaksimenes’in “hava”sını ciğerlerime dolduruyor ama daha kendime gelemeden Anaksimandros’un sonsuzluğunda yitiyordum. Kurtuluşu Sokrates’te ararken, derdime dert eklemekten başka birşey geçmiyordu elime. Platon kesin cevaplar vaat edip beni idealara yöneltirken, Aristo göğe değil yere bak, diyordu. Bakmasına bakıyordum da, tek fark “sarı”nın kendi başına bir idea olmayıp “sarı civcivde” içeriliyor oluşuydu. İdea oluyordu kategori! Ortaçağda işler büsbütün sarpa sarıyordu. Skolastiğin üzerinden atlayıp Aydınlanma çağına varınca karşıma başka devler çıkıyordu. Kant’tı, Hegel’di, Marx’tı, Nietzsche’ydi, Schopenhauer’di derken Almanlar bayrağı Fransızlara devrediyordu. Camus, Sartre, Foucault... ohoo ölme eşeğim ölme! Bunun daha Uzakdoğu felsefesi var, İslam felsefesi var. Var û var. Ah hakikat! Şu hakikat var ya resmen bir türlü arandaki mesafeni kapatamadığın gökkuşağı gibi. Yere değen ayaklarının altında hazineye saklayan ama yaklaştıkça uzaklaşan rengarenk bir gökkuşağı. Şeffaf, seyyal!
      Felsefe diyalog gerektiriyordu, diyalog! Ama felsefe kelimesi bile kaçırtıyordu insanları. Yoksa sorun bende miydi? Ben kimdim? Benlik neydi? Neyse, burayı geçeyim! Evet nihayet o gün geldi ve düşüncelerimi paylaşabileceğim bir insan girdi kapıdan. Nermin’di adı. Söylediklerim ilgisini çekmiş olmalı ki, ne zaman ağzımı açsam faltaşı gibi açılmış gözlerle bana bakıp pür dikkat dinliyordu. Felsefeye olan ilgisi beni mutlu ediyordu. En çok da kuantum kuramı çekiyordu ilgisini. Hiç bir soru sormadan anlattıklarımı dinliyor ve zekasıyla büyük umutlar vaad ediyordu. Kimbilir, belki de Einstein’in bile umudunu kestiği ışınlanma yöntemini bulacak ve bizleri dört duvar arasından dışarıya ışınlayacak mehdi o idi!
      Kuantum kuramının belli maddelerini ona anlattığım bir gün tencere örneği ile konuyu zenginleştirdim.
      “Bak Nermincan, Kuantum olasılıklarla ilgilenir. Kesin bilgi diye birşey yoktur. Ama olasılık çökmesi diye bir durum var. Sonsuz olasılıklardan bir olasılığın gerçekleşmesi manasında. Mesela kadın personellerden biri kapıdan bizlere sesleniyor. O vakit onlarca, yüzlerce olasılık var. Görüşçümüzün gelmesi bir olasılıktır. Mektup gelmesi bir olasılıktır. Bir sürü olasılık var, değil mi? Yemek tenceresinin gelmesi de bir olasılıktır. Eğer kadın personel, tencereyi alın, derse olasılık tencerede çöker. Anladın değil mi?
      “...”
      “İşte buna olasılık ya da dalga çökmesi, denir.”
      “...”
      Ertesi gün öğle vaktinde yemeği almaya giden Nermin üst üste konulduğu için kapakları içe çöken tencereleri alel acele masaya bıraktıktan sonra, eline kapaklardan birini alıp heyecana yanıma koştu. Elinde tuttuğu ortası çökük kapağı bana göstererek heyecandan boğulmuş bir sesle söyle dedi.
      “Haklıymışsın! Bak şuna! Bak! Gerçekten de olasılık tencerenin üzerine çökmüş, yamuk yumuk etmiş!”
      Evet! Demek ki Sokrates’i yanlış anlayan Platon gibi Nermin de azıcık yanlış anlıyordu. Olurdu böyle şeyler. Tek dinleyicimi kaybetmeyi göze alamazdım. Yemekten sonra havalandırmada yürürken kendisini daha açıklayıcı örneklerle felsefe deryasına çekmeye çalıştım. Tek başıma boğulmaya hiç niyetim yoktu!
      “Nerminciğim, yürürken felsefe daha güzel oluyor, değil mi? Felsefe yolda olmaktır, demiş Jaspers”
      “Yolculukta yani. Hımm. Peki otobüs de sayılır mı?”
      “Nasıl yani?”
      “Hani otobüsle yolculuk da felsefeden sayılıyor mu?”
      “Neyse, bunu geçelim de ani dün olasılık tencerede çöker demiştim ya, soyutlama yapıyordum”
      “...”
      “Tencere bir olasılık. Somut tencere ise ayrı bir şey”
      “İki tencere mi var?”
      “Hayır öyle değil. Mesela fikir olarak tencere ile senin elinde tuttuğun tencere. Bu ikisi hem aynı hem ayrı şeyler”
      “...”
      “Tencereyi kafamızdaki kategorilerle tanımlıyoruz. Yeryüzünde milyonlarca tencere var. Hem de çeşit çeşit. Ama tencere denildiğinde zihnimizde ortalama bir tencere beliriyor. Kafamızdaki tencere ile gerçek yani maddi olarak var olan tencere bire bir uyuşmasa da ben “tencere” deyince sen neyi kast ettiğimi anlıyorsun.”
      “...”
     “Anladın değil mi?”
      “Hee ama eskiden ne güzeldi! Tencere sadece tencereydi!”
      Yayla’nın yanımıza gelmesiyle kuantum evreninden havalandırmaya döndüm. Nermin deseniz o zaten hep havalandırmadaymış!
      Yayla sağ elini gözlerine siper ederek güneşe doğru bakmaya başladı.
      “Ne o? Güneş falına mı bakıyorsun?” dedim gülerek.
      “Ehh, yani işte.”
      “Vallahi kör olursun”
      “Olmam olmam. Eski Mısır’da güneş falına bakıyordu kahinler.”
      “Mısırlılar güneşe direkt baksalardı körler ülkesi olurdu orası. Onlar güneşin kendisine değil, öteki yıldızlarla olan konumuna bakıyorlardır.”
      “Peh. Sen nereden bileceksin? Benim falım başka. Ben güneşten alıyorum haberi!”
      “Yarın güneşin doğup doğmaması bile bir olasılık meselesi iken sen nasıl okuyorsun geleceği?”
      “Tüm olasılıkları biliyorum ben!”
      “Vay vay vay! Yani evrendeki tüm olayları, durumları, etkileri biliyorsun.”
      “Ehh! Kendimce biliyorum bir şeyler.”
      “Tüm olasılıkları ancak Tanrı bilir!”
      “Fal da bilir!”
      “Tamam. Hadi. Güneşe bak da kör bir falcı ol!”
      “Yaa, biliyor musun güneşin ömrü de kısıtlıymış! Çok üzüldüm öğrenince. Birkaç milyar mıydı trilyon muydu, ömrü kalmış zavallının” dedi Yayla üzgün bir sesle.
      “Eee? Böylesi kaçınılmaz bir durum karşısında ne yapabiliriz ki?”
      “İnsanları bilinçlendirmeliyiz!”
      Siz dua edin Yayla “güneşi bilinçlendirmeliyiz!” demedi. Eğitim şart, şiarı onun dilinden düşmez. Örneğin sineklerden şikayet etse biri, Yayla aynen şöyle der;
      “Eee, tabii. Eğitim gerek”
      “Sineklere mi?”
      “Elbette!”
      “Tek tek yakalayıp eğitecek miyiz?”
      “Toplu da olur!”
      Tabi böylesi vakitlerde aklına kaçak kuş Hejir vefasızı için verdiği emek gelir ve derinden bir ah çeker mutlaka.
       Yayla, güneşin bir gün yok olacağı gerçeği hakkında insanları bilinçlendirerek nasıl bir sonuca ulaşacağını kendince bulmuştu. Başını kaldırıp yeniden güneşe baktı. Onu kör olmaktan kurtarmanın yolunu biliyordum.
LEYLA ATABAY
Fotoğraf: Adil Okay
(DEVAM EDECEK) 

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Dergisinin 53. Sayısı Yayınla...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan  Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Ekim-Kasım-Aralık 2024 tarihli 53. sayısı...
Düşünsel özgürlüğün Sınırsız Kütüphanesi...
Görülmüştür Kolektifi, Redfotoğraf grubu ve Karşı Sanat, “içerdekilerle dışardakileri buluşturan” ortak bir sergiye daha imza atıyor. Fotoğrafçılar,...
SINIRSIZ KÜTÜPHANE
SINIRSIZ KÜTÜPHANE Tutsakların içeride yazdığı yüzden fazla kitap, resim ve karikatür ile fotoğrafçıların bu temada çektiği / yaptığı fotoğrafları...

Konuk Yazarlar

ZİNE/ Nazir Atila
Zine birden telaşlandı. İçini derin bir üzüntü kapladı. Yüreği korkuyla karışık bir heyecanla atmaya başladı. “Korkma Zine, okulun reviri var,...
"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...