
"Bir arkadaşın “Fare! Fare!” diye bağırmasıyla, Yayla ile beraber bir anda kendimizi masanın üzerinde bulduk. Böylesi fare alarmı durumlarında dünya artistik jimnastik şampiyonlarına şapka çıkartacak esneklikte zıplama ve yüksek yerlerde inanılmaz bir denge ile durabilmeyi başarma hareketleri görmek mümkündür. Bazı farefobikler öyle ilginç pozisyonlarda yüksekliklerde (masa üstü, sandalye üstü, buzdolabı üstü, bulaşık tezgahı üstü) duruyorlardı ki, adeta evrim tersin dönmüş, her biri bir maymun esnekliğiyle yerden en uzak noktayı bulmuştu. En ilginci Tombiş’inkiydi. O yüz kiloluk bedeniyle bir ayağını bulaşık eviyesinin köşesine bastırırken öteki ayağını musluğun üzerinde tutarak bulmuştu dengeyi.
Fare görünürde yoktu. Ama her birimiz çığlıklar atarak tepinmeyi sürdürüyorduk. Ah şu insan kadar yanılmaya müsait bir varlık var mı yeryüzünde? Asılsız bir ihbar da olabilirdi. Zira farefobikler sık sık küçük bir gölgeyi fare olarak algılayabilmekte, epistemolojik açıdan derin yanılgı sorunları yaşayabilmektedirler. Peki, fareyi gören kimdi?"
FELSEFENİN DİPSİZ KUYUSU III. BÖLÜM 1
Zihin kategorileriyle belli bir düzene bağlı olarak işler. O zaman tam özgür olmak için zihinden kurtulunmalı! Düşünmeyi terk edip kendimi oluşa. Akışa bırakmalıyım. Bir çocuğunki gibi her daim tazelenen bir zihin! Takılıp kalmayan, çürümeyen.
Düşünce faaliyetini durdurmak! Düşünmemek! Ey Nirvana! Senin durgunluğuna yol alıyorum. Aklı durdurmak! Dur ey akıl! Bırak düşünmeyi. Sus kafamdaki geveze maymun! Kaygınını olmadığı hiçlik mertebesin ulaşmalıyım. Evet! Kopuyorum dünyevi bağlardan teker teker. Kurtuluyorum zincirlerden. Şekiller yitiyor! Kokular, renkler, tatlar... istemiyorum hiçbirinizi! Düşünmek yok!
Of ya, düşünmeden bir saniye bile mümkün değil! Ne yapsam olmuyor. Bu Budistler nasıl yapıyor bu işi? Vallahi yalan! Külliyen yalan. A ha yine düşünmeye başladım. Bir saniye bir şey düşünmemeye çalışıyorum “bir şey düşünmeme” de bir düşünme oluyor. Çok yaman bir çelişki. Baştan deneyeyim. Düşünmek yok! Düşünmek yok! Aklı durdur! Akışı durdur!
“Hışt! Ne yapıyorsun yine, Deli?”
“Bak Yaylacığım, felsefeyle uğraşan her insan deli değildir. Bu bir. İkincisi Nirvana’ya ulaşmak için çabalayan bir insanın ensesine öyle şaplak indirilmez!”
He ya, sen zaten Nirvana’nın kapısından içeri giriyordun da, şaplak engel oldu! Boş ver Nirvanayı mirvanayı. Beni dinle. Teyzem büyük bir şeyhin yanına gitmiş. Şeyh Kuran-ı Kerim’in gizli manalarına bakarak demiş ki, senin karanlıkta olan bir akraban var. İki ay sonra karanlıktan hem o hem de yanındakiler kurtulacak, özgür olacaklar. Yaa, anlayacağın iki ay sonra dışarıdayız. Benim sayemde sen de dışarıda olacaksın!”
“Niye üç ay değil?”
“Weyy! Nasıl yani?”
“Hani hep üç vakte kadar olur ya! Niye Şeyh iki, demiş?”
“Bak, dalga geçme çarpılırsın, haa! Bu kutsal bir fal.”
“Bir kere kutsal fal diye bir şey yok. Dinen fal günah. Hem sen de her yıl aynı şeyi söylüyorsun. Çıkıyoruz çıkıyoruz çıkmıyoruz”
“Ne yani, inanmıyor musun?”
“Ama Yaylacan, iki ayda ne olabilir ki? Yani reel koşullara baksana”
“Peh. Reel koşullara mı inanacağım Kuran-ı Kerim’e mi?”
“Bence şeyhe mi demelisin”
“Nasıl yani?”
“Yani, reel koşullara mı inanacağım, şeyhe mi, desen daha iyi olur”
“Bu şeyh başka şeyh. Adamın elinde kadim padişah Çemşid’in aynası varmış. Hem aynaya hem Kuran-ı Kerim’e bakıp yüzde yüz okuyormuş geleceği”
“Cemşid’in aynası onda ne arıyor? Çemşid’ten ona miras mı kalmış?”
“Bu şeyh bildiğin gibi değil. Adam ermiş ermiş!”
“Bu kaçıncı ermiş? Sizin köyün delisine bile fal baktırdın”
“Deli deyip geçme. Delilerin kalp gözü açık olur”
“Öyleyse havada bulut sen o iki ayı unut!”
“Sebep?”
“Bana deli demiyor musun? Bir deli olarak kalp gözüm iki ay falan görmüyor. Dur bir de espri yapayım. Benim kalp gözüm hipermetrop olmuş. Yakını görmüyor” dedim ve hiç sıkılmadan kendi esprime güldüm:
“İyi de sen hakiki deli değilsin ki” Deli deli olduğunun bilincine vardığı an artık deli değildir!”
Bir arkadaşın “Fare! Fare!” diye bağırmasıyla, Yayla ile beraber bir anda kendimizi masanın üzerinde bulduk. Böylesi fare alarmı durumlarında dünya artistik jimnastik şampiyonlarına şapka çıkartacak esneklikte zıplama ve yüksek yerlerde inanılmaz bir denge ile durabilmeyi başarma hareketleri görmek mümkündür. Bazı farefobikler öyle ilginç pozisyonlarda yüksekliklerde (masa üstü, sandalye üstü, buzdolabı üstü, bulaşık tezgahı üstü) duruyorlardı ki, adeta evrim tersin dönmüş, her biri bir maymun esnekliğiyle yerden en uzak noktayı bulmuştu. En ilginci Tombiş’inkiydi. O yüz kiloluk bedeniyle bir ayağını bulaşık eviyesinin köşesine bastırırken öteki ayağını musluğun üzerinde tutarak bulmuştu dengeyi.
Fare görünürde yoktu. Ama her birimiz çığlıklar atarak tepinmeyi sürdürüyorduk. Ah şu insan kadar yanılmaya müsait bir varlık var mı yeryüzünde? Asılsız bir ihbar da olabilirdi. Zira farefobikler sık sık küçük bir gölgeyi fare olarak algılayabilmekte, epistemolojik açıdan derin yanılgı sorunları yaşayabilmektedirler. Peki, fareyi gören kimdi?
Bu soru az sonra cevabını buldu. Fare gerçekten de vardı! Zira onu bir farefobik değil avcı-iz sürücü fark etmişti. Koğuşun kahramanları olan iki arkadaş vardı ki, fareden korkmaz, gördükleri yerde tepelerine binerlerdi.
Birinci avcı-iz sürücü elinde çekpas yemekhanede dolaşmaya ve dolaplara vurmaya başladı.
“Fazla uzaklaşmış olamaz.” diyerek yerdeki ayak izlerini incelemeye koyuldu. Tekrardan fareyi ürkütüp yerini deşifre etmek için çekpas sapıyla dolapları dövmeye başladı. Ama tık yoktu. Fare ya şoktan tüymüş ya da avcını akıl edemediği bir yere saklanmış kıs kıs gülüyordu.
Buzdolabı ile tezgah arasındaki bir yükseklikte adeta ters köprü pozisyonunda konumlanmış farefobiklerden biri “En iyisi nane!” deyince, avcı, elindeki çekpasın sapına yaslanarak “fena fikir değil!” dedi.
Evet. Farelerin naneden nefret ettiğine dair bir söylenti uzun zamandır koğuşta dolaşıyordu. Bilimsel kanıtlar olmamakla beraber, bu konu da ortaya atılan iddialar “Bizim bir komşu vardı, o söylemişti”, “Bizim bir akraba fareleri nane ile uzak tutuyormuş evinden!”, “Nenemin teyzesinin bacanağı mühendismiş. O söylemiş” yeterli kanıt sayılmıştı. “Siz hiç nane yiyen fare gördünüz mü?” sorusunun herkesçe “hayır” cevabıyla karşılanması, bu bilgiyi kesin, apaçık, tartışmaya yer bırakmayacak bir bilgi haline getirmişti üstelik.
Avcı-iz sürücü hemen havalandırmada tetikte bekleyen diğer çekpaslı avcıya seslendi.
“Farenin ortaya çıkması için onun bulunma ihtimali olan birkaç yere nane serpeceğiz.”
“Tamam. Ama koğuşta nane yok.”
İşte bu kötü haberdi. Ama avcı hemen buldu çözümünü.
“Yan odadan isteyelim.”
Dışarıdaki avcı avazı çıktığı kadar bağırdı.
“Nane! Nane!”
Yalnız küçük bir sorun vardı. Havalandırmaları birbirinden ayıran duvarların yüksekliği kelimeleri bambaşka şeylere çevirirdi. Diyaloglar tam bir Hacivat-Karagöz oyununa dönerdi. Ama çoğu zaman, istenen şeyin ismi koğuştan koğuşa aktarılırken yaşanan tüm yanlış anlamalar rağmen ilginç bir biçimde, genelde istenen şey isteyen koğuşa ulaşırdı.
“Nane! Nane!” diye bağırdı yeniden avcı.
“Nee? Kahve mi? Bizde yok. Dur, diğer koğuşa sorayım” dedi yan koğuştaki arkadaş ve “Kahve, kahve” diye bağırdı.
“Nee? Kimyon mu? Bizde yok. Öbür koğuşa soracağım. Bekle sen. Kimyon! Kimyon!”
“Nee? Limon mu? Yok yok. Bekle hele! Limon! Limon!”
“Nee, nane mi? Var var. Yolluyorum.”
“Bu yanlış anlamalar zinciri de doğru sonuçlanınca nane koğuşumuza ulaştı ve naneyi kapan avcı hemen dolapların altına serpiştirmeye koyuldu. Tabi bu süre boyunca biz farefobikler jimnastikçilere taş çıkartan pozisyonlarımızı korku denen büyük destek sayesinde korumayı başarıyorduk. Duvarlardan destek alanlardan aşağıya kayıp düşenler olduysa da hemen örümcek kadın moduyla yüksek bir yere tırmanı veriyorlardı.
Yaklaşık beş dakika sonra fare buzdolabının altından kapıya doğru fırladı. Nanenin etkisi var mıydı yok muydu bilinmez ama bu fırlayış Usain Bolt’u bile geride bırakacak bir hızda olduğu için avcıların çekpasları boşuna inip kalktı.
Fare paçayı kurtardı ve dış kapının altından geçerek soluğu koğuşun dışındaki koridorda aldı. Birkaç saniye sonra kadın personelin çığlık sesi gelince, her birimiz bulunduğumuz yüksekliklerden indik. Fare şimdilik bizim sorunumuz olmaktan çıkmıştı.
“Bunu da atlattık” dedi Menekşe.
“Epey yüksek bir yer bulmuşsun” dedi Yayla Menekşe’ye.
“Evet. Sayenizde! Sizin yüzünüzden oraya çıktım” dedi Menekşe ters ters.
Alınganlık, aşırı hassasiyet zindanda zamanla daha da ilerleyen kötü bir hastalıktır. Ama bazı arkadaşlarda adeta kronikleşir, huya dönüşür. Menekşe tam bir alınganlık timsalidir. Dahası her şeyde karşısındakini suçlamakta üzerine yoktur. En sık kullandığı cümleler; “Sayenizde”, “Sizin yüzünüzden”, “Eğer öyle yapmasaydın ben de bunu söylemek zorunda kalmazdım”, “Senden dolayı.” us. us.
İnsan, onun yanındayken derin bir suçluluk duygusuna kapılmaktan alamaz kendini. “Weyy. Sebep?” dedi Yayla. Oysa Menekşe için sebep sonsuzdu.
“Sizler var ya, işte her biriniz en iyi yerleri kaptınız. Bana yer kalmadı.”
Menekşe farenin adı geçer geçmez, fizik kurallarına aykırı bir şekilde trabzanın üzerinde durmayı başarmıştı.
“İyi de, panikten yer seçecek, paylaşacak; ‘buyur şuraya geç’ diyecek vaktimiz olmadı ki?” dedi Tombiş saf saf gülerek.
Oy oyy! Işte bunu yapmayacaktın Tombiş. Alınganlık Kraliçesi sana o lafları yedirir.
“Yaa, öyle mi? Zaten o nezakete beklemiyorum! Başkası olsa ‘buyur gel eviyenin üstünde sen dur’ derdin ama. Peh! Ama yok, hiç Menekşe’yi düşünen var mı?”
“O an düşünmek, akıl hep felç oluyor. Refleks var sadece” dedi Tombiş ağlara yakalanmış tatlı bir balina gibi debelenerek. Ah Tombiş, bunu da demeyecektin!
“Pey. Maşallah! Benim aklım da çalışıyor her daim, fikrimde. Ne demek istiyorsun? Ben akılsız mıyım? Ben felçli miyim?”
“Yanlış anladın!”
“He, he! Ben zaten hep yanlış anlarım”
“Kusura bakma” dedi Tombiş ve sustu. Ama Menekşe onunla en az bir ay konuşmazdı artık. Zaten koğuşun onda dokuzu ile küstü Menekşe. Bunlardan biri de bendim. Zira birkaç hafta önce şeytana uyup kendisiyle felsefik bir sohbet etme girişimim olmuştu.
Olay günü Menekşe havalandırmada yalnız başına yürüyordu. Havalandırmaya ayak bastığım an Kötülüğün Baş Prensi, İyilerin Düşmanı, vehim ve vesvese kaynağı gıcık şeytan omuzuma yabasını sertçe indirip Menekşe’ye doğru itti.
“Merhaba Menekşe. Ne yapıyorsun?” diye sordurtmaz mı şeytan. Ama olan olmuştu.
“Yürüyorum. Niye sordun ki?”
Şeytan sordurttu diyemezdim ki, bu arada şeytan halime bakıp kıkır kıkır gülüyordu. Menekşe’nin alınmayacağı bir konu bulmalıydım. Uzak çok uzak şeyler. Evren! Zaman! Ömür!
“Ya işte! Baksana bir varız bir yokuz! Fani dünya. Evrenin sonsuzluğuyla kıyaslandığında bizim ömrümüz bir göz kırpması süresi kadar. Koca evrende bir toz zerresiyiz.”
“Ne yani, bana toz zerresi mi diyorsun?”
“Estağfurullah! Ömür diyorum, çok kısa. Ama tabii her varlığınki kendisine göre yeterli gibi. Mesela bir balık türü varmış. Bir günmüş ömrü. Bir günde doğup, büyüyüp, üredikten sonra da ölüyormuş. Zaman dediğin de çok tuhaf bir şey. Anlatılacak gibi değil, onu bırak anlaşılacak gibi değil.”
“Ben anlamıyorum yani?”
“Düşünsene evrende son ve başlangıç bir arada. Aynı varlık için bile böyle. Tırtıl için hayatın sonu kelebek için başlangıç oluyor.”
“Eee? Ben hangi kategorideyim?”
“Senden bahsetmiyorum ki!”
“Niye? Ben buna değmez miyim? Benden bahsedilemez mi?”
“Neyse. Ben artık gideyim. Yemeği ocakta, yani şey, ekmeği fırında, of yani işte bir şeyi unuttum da. Neyi unuttuğumu sonra hatırlarım. Hadi hoşçakal”
“Yaa, öyle mi? Gel burada lafını at, sonra da hiçbir şey olmamış gibi kaçıp git. Yaa, inanamıyorum. Beni etti toz zerresi, yetmedi etti balık hafızalı. Bir de tırtıl diyor. Tırtıl gibi güdüğüm yani.”
Evet, o günden beri bana küsmüş olan Menekşe’ye yeniden hedef olurum korkusuyla kendimi hemen havalandırmaya attım. Yayla da aynı tehlikeden kaçmıştı. Yürümeye başladık.
Yayla iki ay sonra çıkacağımız müjdesini aldığından beri neşeyle bakıyordu dünyaya. Tam bir umut çiçeğiydi şu an. Gerçi yarın çıkacağımız umudun hiçbir vakit yitirmez o. Realiteyi de zerre kadar umursamaz.
LEYLA ATABAY L TİPİ HAPİSHANE A11 ALANYA-ANTALYA
(DEVAM EDECEK)
Fotoğraf: Adil Okay