Zalimlerin tahtını yıkan büyücü...

Haydar Karataş kullanıcısının resmi
Efsunlu bir adamdı, masal desen masal değildi, gerçek desen gerçek değildi. Hayat kadar sahici ve sarsılmazdı. Büyücüydü, sahici bir büyücü. Çocukların aklını çelen, hayalden cennetler kuran bir büyü ustasıydı ve ben kaç taştan yüreğin onun satırlarını okurken dirildiğine tanık oldum.

Zalimlerin tahtını yıkan bir büyücü  vardı,
Bizim ellerde Anavarza kayalığının dibinde
Hemite denen küçük bir köyde...
Ölmüş dediler...

Anlatı bir masal dünyasıdır, tanrısallık ile varlık arasında gidip gelir. Benim Yaşar Kemal’im, masallardaki gibi yarı tanrı yarı insandı. Neden mi?
Felsefe diliyle söylemem gerekirse, ben edebiyatta metaforik göndermenin nasıl canlı fabla döndüğünü ilk onda fark ettim de ondan.
Onun romanlarındaki canlığın esas nedeni buydu.

Bu anlatı dili Anadolu’nun masal geleneğinden geliyordu; o masallarda ilk bakışta sıradan bir dağ, ne bileyim bir taş olan nesne, masalcı tarafından boyut değiştiriyor, dile gelip konuşuyordu. Taş insana, insan taşa dönüyordu.

Masallar yasaklı dünyanın diliydi, ki Yaşar Kemal bana göre yasaklı Türkiye’yi bir masal olarak dile getirip konuşturmuştu.
Uzakta görülen, üzerine şiirler yazılan, kavgalar edilen. Sık sık düşmandan kurtarılan ama köylü olan, ama fakir ve de ‘cahil’ daha da kötüsü ‘gerici’ ve de muhafazakâr olan Anadolu onun anlatı dilinde merhametli, asi, asil bir insan topluluğu olarak resmediliyordu.
Onun romanlarında, cahil olan, ideolojik olan, barbar ve de hükümet olmakla kafayı yemiş insanlar kentlerde yaşardı. Onun anlattığı toprak insanının masal dünyasını bozan ordular o şehirlerden gelirdi. Zalim ağalar sırtını onlara yaslardı.

Daha önce edebiyatımızda görülen “İslamcılık”, “Osmanlıcılık”, “Batıcılık” ve “Milli Edebiyat” yani “Türkçülük” akımı onun anlatı dilinde bir hokus pokusla yok olur, yerini büyülü insan hikâyelerine bırakırdı. Daha da önemlisi İstanbul ve Ankara’da formüle olmuş, tarifi yazılmış, tek renkli, tek ırklı, sadece Müslüman olan memleket hikâyesi ona geldiğinde kapalı kapılar aralanır ve bir geçmiş hayat öyküsüne yol alırdı.
Görünürde milli edebiyatmış gibi başlardı, şehre, o şehrin sahiplerine övgüler düzerdi. Hatta Hacivat ve Karagöz oyunun son bölümünde olduğu gibi, onun roman kahramanları da söz konusu iktidar ve güç olduğunda aynı övgü sözlerini tekrar edip dururlardı, ama övdükleri o kaymakamı, paşayı hiç fark ettirmeden, üstelik öve öve alıp yarısı ayakta kalmış bir konağın yanına getirirlerdi. Yol oradan geçiyordur! En katı yürekli hükümetlinin dahi başını kaldırtıp baktırırdı o konağa. Ermeni konağı derdi ve o konağın yeni sahiplerini anlatırdı. Konağın yeni sahipleri hazıra konmuşlardı, kadir kıymet bilmezlerdi, zalimlerdi. Metaforik gönderme olan eski hayat, üzerinde hayatımızı inşa ettiğimiz bir kadirbilmezlikten ibaretti.

Yaşar Kemal, geçmişteki hayat ile süren hayat arasında devasa bir bağ kurarak, Türkiye insanın üzerinde yaşadığı toprağı tanımasını sağlamıştır. Bizlere okullarda öğretilen yalan tarihten alıp gerçek hayat hikâyesinin içine koymuştur.
Derler ya, kör ölür badem gözlü olur, diye. Bakmayın şimdi herkesin onun cenazesinde bir araya gelmesine. Oysa dincisi sevmezdi onu, çünkü onun dindarı üstünde yaşadığı toprağı bilirdi. Ulusalcısı sevmezdi, hatta ‘nefret’ dahi ederlerdi. Çünkü din ve ulus anlatısının düşman gösterdiği “öteki” onun insan bahçesinin olmazsa olmazıydı.

Milli ve İslamcılık geleneğinde, anlatının negatif tarafını temsil eden “Gayrimüslimler” onun kahramanlarının dilinde hayatın mazlum tarafını, merhamet tarafını temsil ederdi. Bu nedenle İslamcılar ve ulusalcılar Yaşar Kemal’i sevmediler. Yalçın Küçük onun için, “yazardır ama okur değildir” derdi. İyi bir şair ancak kötü bir romancı olan Attilâ İlhan, onun romanlarını yerer, “üç Kemal (Orhan Kemal ve Kemal Tahir’ i de dahil ederek) edebiyatı köylüleştirdi” derdi. İslamcıları zaten saymaya gerek yok, onlar için o komünist ve de dinsizdi.

“Beni okuyanlar, insan öldürememeli, savaşa gidememeli” derken, insan öldürmek ve savaş çıkarmak üzerine kendini kurgulamış din ve ulusçuluğu dışlardı.   
Ve ben Yaşar Kemal’le ilk, ortaokul yıllarımda tanıştım. O zamanlar yatılıdaydım, babamın öldüğü yıldı. Babam dediysem, her baba çocuğu için özeldir elbet, ancak onun benim hayatımdaki yeri bir masal ustası olmasıydı. Elektrik ve araba yolunun gelmediği Golo Ostoro Dağı’nın dibindeki o küçük köyde, her akşam bizi bir masal gemisine bindirir ışıklı şehirlere, ecnebi diyarlara götürürdü. Masal diliyle bizlere seslenen bu adam birden hastalanmış ve birkaç ay içinde ölmüştü. Koşan, bin bir şeytanlık yapan ben 1938’in askeri kışlası olan Deşt yatılı okulunun koridorlarında bir cenaze gibi kalakalmıştım.  Aynı zamanda Kıbrıs Savaşı gazisi olan Hademe Cafer abinin gizli dünyasını keşfedinceye kadar o devasa, kışladan kotarılmış binanın koridorlarında dolanıp durdum.

İdare binasının olduğu yerde, ikinci katta bir kütüphanemiz vardı. Kütüphane dediğim, dini kitaplar ve Halide Edip, Yakup Kadri gibi milli edebiyatçılar dışında tek bir kitabın dahi olmadığı bir kitaplıktı. Gerçi birkaç da çocuk kitabı vardı var olmasına, ancak bizler oraya daha çok ödevimizi yapmak için giderdik. Biraz da müdürlerin, yardımcı müdürlerin hayatını merak ederdik... Bu boşlukta dolanırken bir öğleden sonra kendimi bu kütüphanede buldum. O saatlerde oraya kimseler gitmezdi. Kütüphanenin kapısı aralıktı. İçeri girdim, girer girmez de gözlerim fal taşı gibi açıldı. Kocaman bir cüssesi olan Cafer abi sanki Kıbrıs Savaşı’nda küçük bir taş bulmuş da arkasında sipere yatmıştı. Okuduğu kitabın arkasında küçücük olmuştu. Olur da yöneticilerden biri gelir diye yarı bıraktığı kapıyı da unutmuştu. Oturdum, defterimi açtım ama gözümü bu adamdan alamadım. Okunan bir şeyin insanı bu kadar hayattan kopardığına hiç tanık olmamıştım.

Beni büyüleyen bu tuhaflığa bakarken koridorda tangır tungur bir demir sesi duyuldu. Duyulur duyulmaz da Cafer abi ayağa fırladı, her daim elinde koridorun bir ucundan diğer ucuna gidip geldiği T şeklinde paspasını alıp dışarı fırladı. Her şey o kadar çabuk oluştu  ki, elindeki kitabı raflarda dizili ansiklopedilerin arkasına nasıl koydu anlayamadım.  

Koridorun diğer ucunda “ne oldu, size o borulara karışmayın demedim mi,” diyen sesini duydum. Kalktım. Kitabı koyduğu rafın yanına gittim, elimi dahi uzattım, ama yüreğim yerinden çıkacak gibiydi, alamadım! Ama Cafer abinin sırrını öğrenmiştim, o bir devrimciydi ve sadece devrimci kitaplar saklanırdı! Hafta içi bir kaç kez baktım. Kitap oradaydı, İslam ansiklopedilerinin arkasındaydı. “Vay be!” dedim, “Cafer abiye bak, hiç korkmuyordu.” Hafta sonunu bekledim, çünkü hafta sonu hademeler çalışmazdı.  Cumartesi günü saat dokuzda nöbetçi öğretmen kütüphanenin kapısını açar açmaz içeri girdim. Kimse olmadığı halde belki bir saatten fazla bu gizli kitabı almak için bekledim durdum. Ve nasıl olduysa kitabı almamla harita defterimin içine koymam bir oldu. Tanrım, ne büyük bir heyecandı. Kapağı dahi bugün aklımdadır, Yaşar Kemal, “Binboğalar Efsanesi” yazıyordu. İsmi çok tuhaftı, bin tane boğa. Denizler Altında Yirmi Bin Fersah gibi... Hayatımda hiç bir kitabı öyle heyecanla okuduğumu hatırlamam. Toros Dağları bin boğa oluyor, adını dahi duymadığım bir ovanın üzerine yürüyordu. Babamın anlattığı masallar gibiydi.
Bir büyüyü kaybetmiştim, başka bir büyülü dünya keşfetmiştim.

Efsunlu bir adamdı, masal desen masal değildi, gerçek desen gerçek değildi. Hayat kadar sahici ve sarsılmazdı.
Büyücüydü, sahici bir büyücü. Çocukların aklını çelen, hayalden cennetler kuran bir büyü ustasıydı ve ben kaç taştan yüreğin onun satırlarını okurken dirildiğine tanık oldum.
Hey gidi zalimlerin tahtını yıkan büyücü... 

HAYDAR KARATAŞ - @Karatash20

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...