Sinem ve 12 Eylül

Sibel Karakız kullanıcısının resmi
Sinem lise sonda okuyordu. Okuduğu liseye yeni bir öğretmen atanmıştı. İlk görev yeriydi. Gencecik, henüz yirmili yaşlardaydı. Adı Hülya... Güleç yüzlü, tatlımı tatlı bir insandı. Teneffüslerde öğrencileriyle “yakan top” oynar, sınıfta ise "nesi var" oynardı. Her gün öğrencilerin sevgi ve saygısını biraz daha kazanıyordu.

Onlarla bir öğretmen gibi değil de bir arkadaş, bir abla gibi olmuştu. Fizik öğretmeniydi. Fizik dersini hiç sevmeyen öğrenciler dahi ona mahcup etmemek için daha çok ders çalışıyor, notlarını yükseltiyorlardı.

Bu arada 12 Eylül Askeri Darbesi oldu.  Apar topar evler basılıyor, öğrenci, işçi, memur, yaşlı, genç gözünün yaşına bakmaksızın ve hiçbir açıklama yapılmaksızın evlerinden zorla alıp götürüyorlardı askerler tarafından. Bu durumda insanlar birbirlerini gammazlıyor, birbirlerine güvenmiyor ve herkes birbirlerine şüpheyle bakıyorlardı.

Hülya öğretmen yabancısıydı bu yerlerin. Sinem'i kendine yakın bulmuş, eşiyle birlikte ona akşam oturmalarına gidip gelmeye başlamıştı. Sinemin ailesini çok sevmişti. Onlar da Hülya öğretmeni ve kendisi gibi öğretmen olan kocası Sinan’ı çok sevmişlerdi. Sinan başka bir okulda öğretmenlik yapıyordu.

Sinem bir hafta sonu Hülya öğretmeni ziyarete gitti. Güzel bir kitaplığı vardı Hülya’nın. Bayılmıştı Sinem. İzin isteyerek incelemeye başladı kitapları. Gözüne, üzerinde "ANA" yazan Maksim GORKİ’nin bir kitabı ilişti. Maksim GORKİ'nin kimdir, tanımıyordu bile. Sırf kitabın isminden etkilendiği için kitabı eline aldı.

"Hocam” dedi, “bu kitabı ödünç alabilir miyim?”

Hülya Öğretmen, yüzünde bir memnuniyet ifadesiyle:

"Tabii ki alabilirsin…” dedi.

“Teşekkür ederim öğretmenim.”

Sinem elinde kitabı, koltuğa oturup heyecanla sayfalarını karıştırmaya başladı. Bu arada kapı “güm güm” çalmaya başladı. Dışarıdaki ses:

"Açın kapıyı, yoksa kırarız?" diye bağırıyordu. Birkaç kez yineledi.

Hülya öğretmen donakaldı. Sinem de öyle. Sinem elindeki kitabı iki eliyle göğsüne siper etmiş, gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Sinan öğretmen, çalışma odasından çıktı, heyecanla kapıya yöneldi. Kapıyı açtı, ne olduğunu anlayamadan askerler onu yere yatırdılar.

"Sinan öğretmen sen misini?"  diye bağırdı öndeki asker.

"Evet, benim"  demesiyle ellerini arkaya alıp kelepçelediler.  Sonra Sinem ve Hülya’nın yanına biriktiler.

 "Hülya Öğretmen hanginiz?" diye bağırdı yine aynı asker.

 Titreyen elini havaya kaldırarak: "Benim." diyebildi Hülya, korkudan sesi kısılmıştı.

Onu da ellerini arkadan kelepçeledikten sonra sıra Sinem'e gelmişti. "Sen kimsin? Ne yapıyorsun burada?” diye bağırdı asker. Gözleri Sinem’in elinde tuttuğu kitaba ilişti.

 “O elindeki kitabı ver bakalım!" diye bağırdı.

Verdi. Kitabı alan asker, arkasında başka bir askere gösterdi kitabı. Bir şey anlamadığı halde:

"Alın bunu da!” diye emretti.  

Bu arada evi hallaç pamuğu gibi darmadağın ettiler. Üçünü de alıp karakola götürdüler. Kimlik tespiti yapıldı ve tutanaklar tutuldu ve imzalatıldıktan sonra, kör ebe gibi gözleri birer siyah bantla bağlandı. Nereye götürüldükleri belli değildi. Sorguya çekilecekleri belliydi.

Sinem'i köşede duran tahta bir iskemleye oturtup,  "sen burada bekle!" dedi sertçe bir erkek sesi. Gözleri bağlı olduğu için hiçbir şey göremiyordu. Öğretmenlerinin nereye götürüldüklerini bilmiyordu. Bir yandan onları merak ediyor,  ailesinin üzüntüsünü düşünüyor, bir yandan da başına gelebileceklerden korkuyordu. Birazdan ayak sesleri duydu. ‘İnşallah beni bırakırlar, orada misafir olduğumu anlamışlardır.’ diye geçiriyordu içinden. Umutlandı birden. Seslerden anladığı kadarıyla, bir askerin postal sesiydi duyduğu. Bir sandalye çekti ve Sinem'in karşısına geçip oturdu.

"Söyle bakalım adın ne senin?" diye söze başladı. Sesi çok sert ve ürkütücüydü. Sinem ona ne dese, o bağırıyor, orada ne işi olduğunu, başka kimlerin o eve girip çıktığını, o kitabı neden okuduğunu, arkadaşlarının bir örgütle alakasının olup olmadığını sorup duruyordu. Sinem bir yandan korkudan tir tir titriyor, bir yandan da ağlayarak, “hayır, hayır!” demekten başka bir şey elinden gelmiyordu. Ağzından başka laf alamayacağını anlayan sorgucu bağıra çağıra, tehditler savurarak dışarı çıktı.

 Selma iskemle üzerinde saatlerce oturmaya devam etti. Koridorun sonlarında olsa gerek, çığlık sesleri geliyordu. O sesleri duydukça daha da çok korkmaya başladı. Saatler sonra başka bir kişi geldi ve o da Sinem'in karşısına geçip oturdu. O daha yumuşak üsluplu biriydi. Ona,  o yaşlarda bir kızı olduğunu, bu yolların yanlış bir yol olduğunu, bu yolda olanların adını verirse, öğretmenlerinin yaptıklarını anlatırsa onu bırakabileceklerini yumuşak bir ses tonuyla anlattı. Zavallı Sinem, tüm bildiklerini tekrar edip durdu. İstediği ifadeyi alamayan, o yumuşak sesli adam gitmiş, yerine kükreyen bir canavar gelmiş, "Ben seni konuşturmasını bilirim!" diye tehdit eden bir zalime dönüşmüştü.

Sinem'i elinden tutup yerlerde sürükleyerek başka bir odaya götürdüler. Kollarına, bacaklarına vurmaya başladılar birden. Bir yandan da:

 "Konuş yoksa gebereceksin!" diye tehdit ediyorlardı.

Sinem, duyduğu acılardan ötürü ağlıyor, çığlık atıyor, "bir şey bilmiyorum, öğrenciyim ben, öğretmenime misafirliğe gitmiştim. Vurmayın, yeter! " demekten başka bir şey yapamıyordu. Bu acıya daha fazla dayanamadı Sinem oracıkta bayıldı.

 Gözlerini nezarethanede açtığında başucunda Hülya öğretmeni gördü. O sargılı elleriyle saçını okşuyordu. Ona sarılmak istedi, halsizlikten kollarını kaldıramadı. Dikkatli baktığında onun da işkence gördüğünü anladı.

Sinem ve öğretmeni yine de şanslı sayılırlardı. Birbirlerini tanıyor ve destek oluyorlardı birbirlerine.  Her sabah birilerini ifade için alıp götürüyorlardı. Gidenler kendilerine işkence yapılacağını bildikleri için ağlayarak gidiyor ve arkadaşları da onları ağlayarak uğurluyorlardı. Aralarında hamile bir bayan da vardı; zaman zaman ağlama krizlerine giriyordu. Aş eriyordu, canı bir şeyler istese de çaresizce yutkunmaktan başka bir şey gelmiyordu elinden. Koğuşa gelen yemekler tek kap içinde idi. Herkes aynı kap içinde yemek zorundaydı.  Sinem ilk günler yiyemese de zamanla o da alıştı. Bir başkası Sara hastasıydı ve günde birkaç kez bayılıp elleri, dişleri kilitleniyordu. Aralarında bir Avukat olduğunu öğrendi Sinem. Onu da ifade için götürmüşler ve çok işkence etmişlerdi. Sinem büyük bir şaşkınlıkla:

 "Siz avukatsınız, işkencenin yasak olduğunu ve yasaları biliyorsunuz. Buna rağmen size nasıl işkence ederler?” diye sordu.

Avukat:

“Adım Elif” dedi.  Acı içinde gülümseyerek yüzüne baktı Sinem'in. Sinem omzuna dostça dokundu onun. Hülya öğretmen sırtını sıvazladı. Böylelikle aralarında kendiliğinden bir dostluk köprüsü kurulmuştu oracıkta. Ne zaman ifadeye götürülecek olsalar, Elif’in tembihini hatırlıyorlardı: "Sakın ifadenizi değiştirmeyin, sizi tehdit edebilirler, korkutabilirler, ama ilk ifadeniz neyse aynı şeyleri söyleyin.  Yoksa buralardan kurtulamazsınız!" Onlar da sorguda öyle yapıyorlardı zaten.

Birkaç hafta sonra, Hülya öğretmen ve Sinem delil yetersizliğinden serbest bırakıldı. Birkaç ay sonra da Sinan öğretmen... Tabii tekrar öğretmenlik mesleklerine dönemediler. Sakıncalıydılar artık.

Sonraları başka bir öğretmeninden Hülya ve Sinan’ın yurt dışına çıktığını öğrendi Sinem. Kendi tahsili ise yarım kalmıştı. Daha sonraki yıllarda dışarıdan lise öğrenimine devam etti ve mezun oldu.

Ama travmaları hep devam etti. Geceleri işkence çığlıklarıyla uyanıyordu. Hamile ve Sara hastası olan kadını unutamıyordu. Elif tanınmış bir avukat olduğu için onun akıbetinden haberi olmuştu. Ne yazık ki, "bir emniyet binasında, kendini camdan aşağıya atıp intihar etti!" demişlerdi onun için. Sinem'e ve başkalarına göre ise öldürülmüştü. Çünkü o her şeye rağmen intihar edecek birisi değildi. En azından Sinem öyle düşünüyordu.

 

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

04/20/2024 - 16:37
03/31/2024 - 21:39
03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...