Özleyişin öyküsü/ Yavuz aközel

Necmettin Yalçınkaya kullanıcısının resmi
Kentin ışıkları yanmıştı. Gecekonduların aşağısında uzanan karanlık denizde ışıl ışıl bir gemi karanlığın bitimine doğru akıp gidiyordu. Kadın oturduğu pencerenin önünde 6-7 yaşlarında gösteren oğlunun elini bırakmaksızın gökyüzüne uzun uzun baktı.

 

“İşte kutup yıldızı“ diye heyecanla oğluna gökyüzünde gözkırpışan binlerce yıldız arasından kutup yıldızını göstermeye çalıştı...

”İşte şu en parlak olanı...Şu cezveye benzeyen yıldız kümesi var ya!” Çocuk annesine iyice yanaşmış, yanağını yanağına dayamış, cezveye benzeyen yıldız kümesini arıyordu...Sonunda buldu...Minicik işaret parmağıyla sevinçle: “Bu mu ana?“ diye yıldızı gösterdi.

-Evet benim bitaneciğim, işte o!

-Babam da şimdi o yıldızı görüyor mudur?

-Görüyordur!

-Öyleyse ayırmayalım gözlerimizi bu güzel yıldızdan.

-Ayırmayalım bitanem!

-Babam, bu uzaklara doğru giden ışıklı gemiyi de görüyor mudur?

-Hayır,görmüyordur.

-Neden görmüyordur?

-Hapishaneden deniz görünmez de ondan.

-Ana.

-Söyle bitanem.

-Öyleyse biz hep gökyüzüne, babamın görebildikleri yerlere bakalım. İşte bu parlak yıldıza...Bu kutup yıldızına bakalım.

-Bakalım bitanem!

-Babam da baksın!

-Her gün batımında, karanlık çöktüğünde ve herkes uyuduğunda baban pencereye ilişip hep bu yıldıza bakarmış!

Sen ve ben bakıyoruz diye...

-Aslan babam, bitanecik babam...

Çocuk, anasının avuçları içerisindeki küçük, üşümüş ellerini anasının simsiyah uzun saçlarında gezdirdi...Onları tansımayla okşadı. Sonra hala gökyüzünü gözlemekte olan anasının dizlerinin dibinde sessiz, hüzünlü ve çıt’ı çıkmayan bir uykuya daldı.

Artık Kış’ın aman vermeyen öfkesi giderek diniyordu. Akşamları güneş daha geç batıyor, sabahları ise daha erken doğuyordu. Ortalık bayağı ısınmaya başlamıştı. Kadın sabah kalktığında sobayı yakmaya gerek görmedi. Zemheriyi

atlatmışlardı. “İdareli olmak gerek!“ diye içinden geçirdi. Nasılsa üçüncü cemre de toprağa düşmüştü...Öyle söylüyordu Salih Amca...”Hadi canımızı kurtardık sayılır bu yıl da, soğuklar bitti sayılır yeğenim!“ Kadın, içinin ferahladığını ve bir coşkuyla dolduğunu hissetti...Tüp’ün üstüne çaydanlığı oturtup dibini ateşledi...Bohçaya sardığı ekmeği çıkarıp dilimledi...Margarin yağı, zeytin ve reçelden oluşan kahvaltıyı alüminyum tepsiye sıralayıp odaya götürdü.

Gecekondularının tek odasını hem oturma odası hem de yatak odası olarak kullanıyorlardı. Kocası hapise düştüğünden beri oğlunun küçük yatağını sarıp sarmalayıp kahverengi suntadan yapılmış üç kapılı ve bir kapısı boydan boya aynalı olan elbise dolabının üzerine yerleştirmişti. Artık oğlu ile evlerinin en gösterişli eşyası olan sarı pirinçten yapılma kayrolada koyun koyuna yatıyorlardı.

Kadın sobayı yakmadığına bir yandan da pişman olur gibiydi. “Oğlan kalkarsa üşür “ diye düşünüyordu. Aslında kendisi de üşüyordu. Evet, cemre toprağa düşmüştü ama sabahın bu erken vakti oldukca soğuk oluyordu. Hem de az-uz

değil bayağı soğuk oluyordu. ”Yaksam mı?“ diye geçirdi içinden. Gidip mutfağın bir köşesine sıraladığı odunları gözden geçirdi. Az bir şey kalmıştı...Mart ayının kazma-kürek yaktıracağı günler için bu ‘az bir şey kalmış’ odunları saklamaya karar verdi. Üzerinde çaydanlık olan tüp’ü aldığı gibi odaya getirdi...Tüp, odanın soğuğunu kırardı.

Çayı demledi, tüpün altını kısığa getirdi. Henüz erkendi. Yeniden oğlunun koynuna girdi ve onu iyice bağrına bastı.

Çocuk mışıl mışıl uyuyordu. Yanakları al al olmuştu...Kadın oğlunun al al olmuş yanaklarını, kıvır kıvır saçlarını sevecenlikle ve usulcacık öptü. Gözlerini yumup, bütün bir geçmişi düşündü. Geçmiş, karmaşık bir karabasan’ın burgacında karanlık bir dipsizliğe ürpertici bir yankıyla akıp gidiyordu: Göz alabildiğine uzanan yemyeşil vadilerde rengarenk çiçekler ve kıpkırmızı gelincikler tüm görkemleriyle yaşamın, var oluşun, soluk alışın ve sınırsız bir özgürlüğün kutsal giz’ini muştuluyorlardı. Yumduğu gözlerine ucsuz bucaksız bir bozkırda sonsuzluğa kanat açmış bir ak güvercin gelip yerleşiyordu. Ali, yani biricik kocası görüleşiyordu sonra yumuk gözlerinin derinliklerinde.

Gülümsüyordu, ellerini özlemle uzatıyordu ama elleri kelepçeliydi ve onlara bir türlü ulaşamıyordu. O yemyeşil vadiyi, ucsuz bucaksız bozkır’ı aniden zifiri bir karanlık kaplıyordu. Sonra bir ishak kuşu bu zifiri karanlıkta tüyleri diken diken eden bir ürpertiyle ötüyordu.

Kent yavaş yavaş uyanıyordu. Araba sesleri, vapur sirenleri ve insanların sokaktan geçen aceleci ayakkabı tik-takları, simit satan çocukların bağırışları giderek fazlalaşıyordu. Güneşin ilk ışıkları da pencereden içeriye süzüldüğün de kadın yarı uykudan ve karabasanlardan uyandı. Kendisine sıkı sıkıya sarılmış biricik oğlunu öpücüklerle uyandırmaya çalıştı:

-Haydi kalk oğlum, bak güneş doğdu; sabah oldu.

-Haydi ama...

-Bak kuşlar cik, cik, cik diye ötmeye durdu!

O sırada pencerelerinin önünden geçen simitçi ‘tazeee gevrek. Sıcak simitttt‘ diye avazı çıktığı kadar bağırdı. Araba sesleri, kent’ten boşalan ulu uğultu ve simitçinin biraz da kişiye ağıtsal bir hüzün veren bağırışı birbirine

karışıyordu.

-Bak simitci kardeş senden çok çok önceleri kalkıp işbaşı yaptı bile! Simitlerini satacak; evine, sonra belki de öğlen üzeri de okuluna gidecek!''

Çocuk, gözlerini açıp kendisine sevecenlikle gülümseyen anasına daha da bir sıkı sarıldı ve yeniden gözlerini yumdu.

-Haydi bitanem...Okula geç kalacaksın!

-Bugün okula gitmesem olmaz mı ana?

-Beni babama götürsen? Onu çok özledim. Eskiden olduğu gibi onunla oynamak, çarşıya gitmek istiyorum.

-Biliyorsun ziyaretçi kabul etmiyorlar. Gitsek de babanı bize göstermezler. Ama biz işte her gece kutup yıldızına bakıp babanı görüyoruz...O da bizi görüyor!

-Sahi, bizi görüyor değilmi ana?

-Yani, nasıl anlatsam! Görür gibi oluyor...Tıpkı bizim onu görür gibi olduğumuz gibi!

Ana-oğul bir süre yatağın içerisinde birbirlerine sarılmış şekilde sessizce durdular. Dışarda hareketlilik daha da yoğunlaşıp bir uğultuya dönüşüyordu. Yoldan geçen münibüslerden yanık arabesk türküler bir hicaz makamı karmaşıklığında gecekondulara yayılıyordu.

Çocuk sessizce kalkıp mutfağın bir köşesindeki gusülhaneye benzeş bir bölmede elini yüzünü yıkadı. Sonra annesinin yardımı olmadan eşofman’larını çıkartıp, okul giysilerini bir çırpıda ve ustalıkla giydi. Yer sofrasına anasıyla

birlik oturup kahvaltı yaptılar.

-Okuldan geldiğinde anahtarı herzamanki yerinden al, ekmeğini ye, dersini çalış. Oldu mu bitanem?

-Tamam ana.

-Çok soğuk olursa, üşürsen Salih amcalara git...

-Tamam, giderim...

Kadın, çocuğunu okula uğurladıktan sonra hızla giyinip kendini sokağa attı. Kapıyı kilitleyip, anahtarı pencerenin dibindeki oyuğa soktu. Sabahın bu erken zamanında yoldan bir insan ve araba seli akıyordu. Kent bir arı kovanı gibi adeta derinden uğulduyordu. Kadın, “dolmuşa mı binsem acaba?“ diye içinden geçirdi ve saatine baktı...Henüz erkendi, çalıştığı fabrikaya yarım saatte ulaşabilirdi. O sırada Salih Amcayla rastlaştılar. Aynı fabrikada çalışıyorlardı. Salih Amca kadının elindeki çantayı aldı ve birlikte yoldan aşağıya, insan ve araba selinin arasına karışıp hızlı adımlarla akıp gittiler ve gözden kayboldular...

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

04/20/2024 - 16:37
03/31/2024 - 21:39
03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...