Kaşe... Aziz Nesin anısına saygıyla.

Sırrı Ayhan kullanıcısının resmi
Her derdin bir çaresi var, derler. Seneler önce yazar Aziz Nesin imza günlerinde kitaplarını kaşe basarak imzalıyor-muş. Aslında bu ünlü, ünsüz birçok yazarın düşüymüş. Kaşeyle kitap mühürlemenin zevki de bir başkaymış canım… Her ne kadar sevgili Aziz Nesin, “Koluma felç indi. Mecburiyetten kaşeyi kullanıyorum.” dese de kimseyi inandıramıyormuş.

 
Dedikoduya göre, “Sırf hava atmak için kolunu alçıya aldırıp, imza gününde basının önüne çıkıyor, kasıla kasıla kitaplarına kaşe basıyormuş!”
Bazılarına göreyse, Aziz Nesin başlangıçta hastalığından dolayı başvurduğu bu işin çok ilgi çektiğini fark edince, birkaç tane kaşe yaptırmış ve kitapçılara göndermiş, düşmanlarına inat aynı anda yurdun birçok bölgesinde kaşe basıp, faaliyette bulunuyormuş.
Bense, eskilerin dediği gibi, “Geveze, babasının yola gelmezi, devletin köşe bucak aradığı iflah olmaz, uslanmaz bir adam.” olarak koskoca Türkiye’nin kendisine dar geldiğini iddia edip, geminin kıçına saklanarak kapağı yurtdışına atmışım. Kimine göre de postu serip, yan gelip yatan Nemrut’un tekiymişim, üstelik kıçımdaki dona bakmadan yazarlığa soyunmuşum…
Soyunmuşum da Düsseldorf’un sokaklarında direksiyon çevirirken, “Hayatım roman” diyerek boyuma, şiş göbeğime, sık sık tıkanan nefesime aldırmadan öykü yazmaya girişmişim…
Elin ağzı torba olmadığından, büzemezsiniz. Dert sarmış başımı, gitmiyor. Yazamazsam da yazdıramaz mıydım acaba? Günün birinde aklıma çok güzel bir fikir geldi. Kendi kendime “Her gün arabana o kadar, kültürlü insanlar biniyor. Kimler yok ki! Öğretmen, avukat, mühendis, diplomat… Biniyor da biniyor. Kafanı çalıştır oğlum,” dedim. “Herkesten bir iki satır yazı alırsam, iki üç aya kalmaz benim de kocaman bir defterim, pardon yazılmış kitabım olabilir!”
Bunları düşünürken, turlar atmaya başlamıştım. Teksaslı kovboylar gibi silah değil, ama defter çekiyordum artık arabama binenlere. Kabul etmeyenleri, “Aç, susuz bırakır, tatlı vermem size,” sözleriyle korkutarak çoğundan imzalı, mühürlü yazılar topluyordum.
Senesi geçmeden neler oldu neler!.. Üstünde çalıştığım taksi projem her tarafa nam saldı. Defterimi kitap yapmak için tanıştığım yüksek katlardaki, filozofların dışındaki merciler, mühendisler, televoleciler beni ciddiye almadılar, “Yürrrrü, anca gidersin. Defterden de kitap olur mu?” dediler…
Dedim ki, “Ma kurban niye olmuyor?”
“E yavrum, böyle işler kuru kuruya olur mu?  Bunları resimlendirmen, hem de güzellerle süslemen lazımdır.” dediler bu işi biraz bilenler.
Bende jeton düştü… Hemen iki tane dijital kamera ayarladım. Arabama kim bindiyse, karga gibi sesimle kulaklarına şu şarkıyı söyledim: “Bir o yana bir bu yana, saçına güller takayım gül yanaklım.”
Baktım bu yetmiyor, “O yana dön de çekeyim, bu yana dön de çekeyim!” diye fısıldadım kulaklarına. Israrlarıma dayanamayanların izniyle kısa sürede yüzlerce fotoğraf çektim.
“Bunları bir kitap yapacağım, meşhur olacağım.” diyordum, gülüyorlardı, inatlarına, “Hem de o kadar meşhur olacağım ki… Gün gelecek ben de herkese kitabımı kaşeyle mühürleyeceğim… Hem de kırmızı kaşeyle.” dedim hepsine.
Aha o kolej, o muhallebi çocukları yok mu, bana dil çıkarttılar. Sosyete gülleri, “Ay canikom, berberim de taksicim de işçim de hikâye yazıyormuş. Boylarına poslarına bakmadan günün birinde roman da yazacağız diyorlarmış şekerimmm…” diyerek dalgalarını geçtiler.
Sanki hikâye yazmak, roman yazmak babalarının tapulu malıymış gibi. Birileri de “Bunlar da çok köylü canım…Yazmak kim, bunlar kim?... Beceremezler, en iyisini biz yazarız,” diyorlarmış.
“Coğrafya geniş. Hepimizin çember dolaştırmasına yeter. Biraz yer açın bana” deyince diklenmeye başladılar.
“Bize ha!”
“Size …Ya habibi.”
“Se… se… Seni aforoz edeceğiz, hem de bir daha dönmemek üzere Eskimolara göndereceğiz.”
“Nereye gönderirseniz, gönderin. Ben küllerimden, daha güçlü doğacağım, günün birinde kitaplı olarak dönüp geleceğim.”
“Tew lolo, tew lolo…” diye dalgalarını geçtiler.
Ve bir gün nalları dikmeden, “Eksik Hayatlar” ismini verdiğim kitabımla dikildim karşılarına.
“Tew lolo, tew lolo.” diyen bendim bu kez. Tez zamanda en çok satanlar listesinde yerini aldı kitabım. Acayip meşhur oluyorum anlayacağınız. Herkes, “Nasıl oluyor?” diye hayretle kendi kendine sorup durdu!
Neden olacak? “Kitap yazmak, uydurmayı iyi becermektir.” diyen siz değil misiniz? Benim uydurduklarım daha güneş görmemiş, suyu havası kaçmamıştı. Öyle olunca, her yerde okunur, söylenir oldu. Namım beş kıtaya olmasa da üç kıtaya yayıldı.
Almanya’da okuma turnesine gelecek öykücüleri gazetede okuyunca cephane yığdım. Hemen mevziiye girdim. Duisburg mu desem, Köln mü? Belki de Düsseldorf’ta heybelerindeki hikâyeleri güvenlikli bir şekilde, bir şehirden diğer bir şehre transfer ederlerken taksime tosladılar. Hep diyordum. “Dünya dardır, insan deryadır.”
Adamlar şimdi ne desinler? Dillerinin ucuyla bir kutladılar, hepsi bu. Sanki babalarının mirasını paylaşıyorum. Ama ben bırakmadım yakalarını. Onlardan öğreneceğim varsa öğrenecektim. Hikâyeciler arenaya çıkıp, torbalarını boşaltırlarken, ben de hep onları izliyordum. Taktiklerini, hamlelerini beynime kazıdım. Onların her şeyden illallah dedikleri bir zamanda tepelerine çöktüm. Hepsini esir alarak mağarama getirdim. Pişen çorbayı paylaşıp, şatonun mahzeninden çaldığım şarabı kadehlerine doldurdum. Kadehler boşalıp dolarken, bir sizden bir bizden diyerek sözün beşiğini tıngır mıngır salladık… Üç saat mı desem, üç gün mü desem, durmadan hikâyeleri dillendirdik. En sonunda kafayı buldular, diklenmeye başladılar “Kendine güveniyorsan arenaya çıkacaksın.” dediler.
“Çağıran oldu da gelmedik mi lo!” diyerek restlerini gördüm. Bu neşemize daha çok neşe katınca, “Sen de bizdensin arkadaş.” türküsünü hep birlikte söyledik… Böylelikle tufaya düşüp, beni Ankara’ya, öykü okumaya davet ettiler.
Arenada kimler kimler yoktu ki!... Aha o köşede, kasım kasım kasılıp oturan gözlüklü, “Şu dağları dedem, bu tepeleri de ben yarattım. Aha şu tümseği de bizim oğlan yarattı.” diyordu.
“Ağalar, biz tepe değil dağ yaratırız,” dedim, bir görecek pir göreceksiniz. Ama kabadayılık pek sökmeyeceğe benziyordu, her yer bölük bölük parsellenmişti. Hele bazı çeribaşılarını görecektiniz, güzelleri etraflarına toplayıp, topu birbirlerine atarak tek kale maç oynuyorlardı.
İçimdeki ben, “Cemil, sen sen olasın yeteneklerini gösteresin. Arenadan eli boş dönüp de yüzümü kara çıkarmayasın. Gazan mübarek ola, el içinde muvaffak olup, Apê Musa’nın, Ahmedê Xanî’nin umudunu harlandırasın.” dedi… Ona, “Tamam oğlum, fazla yüklenme nefes alamıyorum.” diye çıkıştım.
Ankara’ya gideceğim ya, helalleşmek için anam Gülistan’ın elini öpünce, “Seni göreyim oğul, bu işi de beceresin, aman ha eli boş dönmeyesin,” diyerek sırtımı sıvazladı. Bana bir kuvvet geldi, bir kuvvet, “Yok aney yok, elim boş değil, kucağım dolu geleceğim.” deyip paçaları sıvayarak operasyona giriştim.
Öncelikle bu işi yürüten münafıkların kabilesine gidip, “İşin kuralları, biçimi ve de hukuku doğru dile gelecekse, eşit silahlarla muharebe yapılacaksa, bu işte varım.” dedim.
“Belden yukarı, her yol mubah.” dediler.
“Haydi arkadaş, rastgele!” deyip aha bu uğurda yoluma çıkan dikenleri, ayağıma dolanan sarmaşıkları makasımla kesip, inat edenleri de kuru kuruya, sinek kaydı tıraş etmeye giriştim.
Sonra bir baktım meclisteyim, pardon yani kürsüdeyim. Ankara’ya gittim ya, zannettim ki ben milletvekili olmuşum. Başladım mı okumaya, amanın ki aman, tutabilene aşkolsun, vermişim gazı, giderim de giderim… “Otomobilim uçar gider, kalbim gibi kaçar gider…”
Milletin ağzı bir karış, gözleri şaşı, bir sağdan indiriyorum yumruğu, bir soldan, gardlarını almalarına fırsat vermeden giydirmişim apar kütü… Tam köşeye sıkıştırmışım bunları, bir öykü de Kürtçe okuyunca, bazıları hınçla, “Bu adam belden aşağı vurup korsan gösteri yapıyor, anayasa-babayasa’lara uymuyor,” diye homurdandılar ama sökmez bana bu havalar. Bir kere düşmüşüm yola.
Bazı efendi insanlar, “1 Mayıs’ın ve Spartaküs’ün yüzü suyu hürmetine, karışmayın yola devam etsin, köşemize kadar gelsin, burada görür.” dediler.
Böylelikle yoluma konulan ayrık otlarını tek tek biçerekten, bade içerekten, gel yanıma, gel diyen divandaki dilberin yanına kadar yanaşıp dudağına güller kondurdum. “Üç yüz altmış ateşine yandı ha yandı” meclis uyandı.
Bu ateşe kim dayanır, önceden dereceye girmişim, ateşim kırkı geçmiş. Yanıma bir huri kattılar, bana göz kulak olsun diye, kantinde kadeh tokuşturmayı beklerken, tepemizde sandalye uçuşturanlar tarafından bir labirente bırakıldık. Ben taksiciyim ağam, tüm çıkmaz sokakların çıkışlarını yolu koklayarak bulurum. O saat Sırat Köprüsünü geçip sonunda profesörlerin yanına varabildik. Meğer o sandalye uçurucuları bu yüksek rütbeliler göndermişler üzerimize ki kürsüye çıkamayalım. Beni karşılarında görünce elbette acayip oldular. Profesörlerle aynı kürsüde ders yapınca farkımı anlamayanlar da anladılar. Son engelde kızları, oğlanları, babalarını, tüm sülalelerini gülmekten kırıp geçirirken, hâla varım diye inat eden birkaç rakibim maçoyu da berber makasımla sünnet edip arenada tek başına kaldım.
Ortalık ana baba günü. Dilberler ve de televoleciler, hepsi, herkes! O meşhur televizyoncular kendi kanallarına transfer etmek için tabii ki peşime takıldılar. Daha başkaları da açık çek vererek bu hikmetin sırrını öğrenmek sevdasına kapıldılar. Ben öyle her yerde boy göstermem, kalitem düşer, mümkünatı yoktur desem de çocukları çok sevdiğimi öğrendiklerinden öne çocukları sürdüler, ısrarlarına dayanamayıp demecimi patlattım:
“Ancak ve ancak okuduğum okulda kuzucuklarıma, yani geleceğin çiçeklerine okurum kitabımı!”
“Aman kurban yeter ki sen iste.”
Süper starlar gibi, “Şu yerde gezen karınca gibi araba maraya binmem, şöyle ayağımı yerden kesecek bir şey olsa!” dedim elbette. Fırsatı yakalamışım, bırakır mıyım?
“Ağaya kurban.” deyip, helikoptere bindirerek havalandırdılar. Telsizden habire, “İkinci emri bekleyin, hatta kalın!” diyorlardı.
Memleketin gizli haritalarını önüme serip, “Neresi? Neresi?” dediler…
Parmağımla Nemrut Dağı’nın eteğinde gürül gürül akan Fırat’ı gösterip, “Buraya gideceğim.” dedim.
Amanın bir telaş, emir emir üstüne: “Çocukları tez zamanda kapalı spor salonuna toplayın!” dediler.
İki bucak, yok bu biraz abartı oldu, yani iki köyün nüfusu kadar çiçeği bir yere doldurmuşlardı. Onlara iki üç saat masalları, hikâyelerimi, hangi ekiplerle ve taktiklerle bu işi gerçekleştirdiğimi anlatıp durdum. İsterlerse bu işi kendilerinin de yapabileceklerini söyledim.
O sırada köşelerde farkına vardığım kedi gözlü kameraları gösterip; “Ne? Nedir bu?” diye hiddetle sordum.
İnternetten de naklen yayınlanıp, izleniyormuşum. Televolenin reytinglerini dörde katlamışım. Hepsi mest oldular. İmzalı resim ve kitap istediler. Onlara vermedim ama çocuklarım ve de boncuklarım da isteyince, utandım. Bir TIR dolusu kitabı neden getirmezsin be adam! Nerede bu çocukların şekerleri? Bir de yazar olmuşsun, daha bunu bile akıl edemiyorsun egoist?
“Tedariksiz gelmişim, affedin gurban. Ben şimdi gidiyorum. Söz namus, yarın sizlere, Cendere Köprüsü’nün resmiyle kaplı ve çift imzalı kitabımı ve şekerlerinizi getireceğim.” dedim.
Ertesi gün çevremde yalakalık yapan hanzolara, “İki ton kitap, yirmi kilo şeker getirin, okula gideceğim.” dedim.
Nereden bilecektim ağam, görüntülerden beni tanıyan alçak korucular, akşamdan kaymakam beyi cuşa getirip, çocukların kafasını bulandırmış ve de karıştırmış olduğuma inandırıp, bu işe yardım eden kaç kişi varsa gözaltına aldırmışlar. Beni de hapse atmak için arıyorlarmış.
Bunu duyar duymaz arkadaşlarım beni o tehlikeli bölgeden uzaklaştırmanın çaresini aramaya başladılar. Karizmamı düşünerek, “Çocuklara birer imzalı kitap vermeden, sözümü yerine getirmeden, buraları terk etmeyeceğım!” dedim. Mapussa mapus, görmediğimiz yer değil.
Ama kitaplar gelmiyor bir türlü. Dışarıda çember daralıyor. “Nerede kaldı bu kurye?  Gelmedi mi hâlâ kitaplar?” diye bağırırken, haber geldi. Kara haber!.. Kitaplarımı getiren otobüsün muavini ile şoförü kitabıma sövdüklerinden çarpılmışlar ve de arabayı dağdan uçurmuşlar. Aha gelen telgrafta da yazıyor: On yedi ölü, dört ağır yaralı, iki de firar varmış. Maddi hasarın da haddi hesabı yokmuş.
“Beni acele tellala götürün,” dedim. Bu işten ancak o anlar.
Tellal beni dinledi, sonra dedi ki, “Demirkıraside hemi de erkek demirkıraside çare tükenmez.”
“Gevelemeyi bırak, çare nedir, sen onu söyle?”
“Madem kitap veremiyorsun, hepsine defter alacaksın ve de imzalayıp gideceksin…”
“De git işine!” dedim.
“Ne var! O da defter bu da defter. Ne farkı var ki…’’
“İçine kim yazacak? ”
“Çocuklar.”
“Onlar yazmayı bilmiyorlar ki.”
“Öğrenecekler…”
“Öyle mi? Hey! Sen yazı yazmayı biliyor musun?”
“He ya. Biraz biliyorum.”
“Güzel. O zaman. Al şu parayı, git kırtasiyeciden iki üç koli defter al da gel.” Tellal daldı ince düşünceye, kafasını kaşıdı. “Defter yalnız başına bir işe yaramaz, yanına gofret ve çikolata da alalım.” dedi.
“Alalım, ama defterleri unutmasınlar sonra?”
“Unutulmaması için ne yapabiliriz, düşünmem lazım? Niye birer tane de kalem almıyoruz çocuklara? Defteri veririz. Kalemi veririz, herkes istediği, bildiği gibi kendi kitabını yazar.”
“İyi güzel bir fikir de o kadar defteri nasıl, imzalayayım?”
“Ne var sanki. İki çizik değil mi?”
“Yok yok, hayatta olmaz. El yazısı delil bırakıp çocukları zorda bırakmamalıyım. Neme gerek, belki suç ortağı sayarlar onları da. Ulan siz bu adamı nereden tanıyorsunuz diye sorarlar. Baksana, kaymakam masallarıma bile tutuklama kararı çıkartmış.”
“O zaman, bir başka yol bulmalı, ama ne? Dur ağam, buldum buldum! Kaşe bassan güzel olur.”
“Kaşe mi? Beni dile mi düşüreceksiniz. Ula ben Aziz Nesin miyim? Duyarsa ne eder bana?”
“O zaman koluna kuvvet gele…”
“İki koli defter bu be. Peki desek, kaşeyi nereden bulacağız?”
“Ne güzel olacak ne güzel olacak. Aha böyle tak tak, gelene, gidene vurursun. Olmadı yandan, ya da istediğin yere vur. Başına, kıçına, yanağına…Bir saat içinde bulurum ben kaşeyi sana. Ne yazalım kaşeye sen onu söyle?”
“Adımı evladım, adımı, adresimi, ayakkabı numaramı ha bir de ehliyet numaramı!”
“De git işine. Tapu dairesi mi burası be. Biz burada ne için uğraşıyoruz sen de bizimle dalga geçiyorsun! Çabuk şuraya bir örnek çiz de ona göre yapsınlar.”
“Ondan kolayı nedir ki? Aha şöyle şöyle, tamam oldu işte. Öyle kargacık burgacık olmasın. Biraz süslü yapsınlar. Bak bu da imzam. Hah şimdi güzel oldu. Fırla al da gel bakalım kaşeyi.”
Bizim tellal ustadır bu işlerde. Az sonra elinde kaşeyle döndü. Neşeyle tüm defterlere arkalı önlü kaşe bastım. Aralarına birer tane renkli kalem, üzerlerine birer gofret koydurup, tek tek paketlettim, kuzucuklarıma dağıtmaları için okulun hademesi olan teyze oğluna gönderdim. Yarım saati geçmeden tüm öğrenciler herkesin aşkını, sevdasını, iyiliğini, kötülüğünü yazabilecek malzemelere sahip olmuşlardı.
Ayaklı telsizlerden gelişmeleri duyan bazıları hayret ediyorlardı. İşin sırrını çözmek için gece gündüz benimle şifreli olarak telepati yoluyla ilişkiye geçtiler. Bazıları da belki sayıklayıp ağzımdan kaçırırım diye etrafımda dolanıyorlardı. İzimi sürenler de onların peşlerinde. Baskıdan ve takipten bunalarak, oradan sıvıştım. Fırat’a atladığım gibi denizlere ulaştım, oradan da yurt dışında karaya çıktım. Kurtulmuştum.
Artık benim de oraya buraya basabilecek bir kaşem vardı. Biraz ileri geri konuşan olursa basıyordum kaşeyi dillerine, apışıp kalıyorlardı.
Kaşe deyip geçmeyin. İsterseniz siz de deneyin.

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

04/20/2024 - 16:37
03/31/2024 - 21:39
03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...