KESER

Münevver Ongun kullanıcısının resmi
Mehmet, Konya bozkırlarından gelerek Güney Ege yaylalarına yerleşip oraları yurt edinen bir ailedendi. Oldukça çalışkan ve mert insanlar çok büyük araziler edinmişler, çevrelerinde sevilen sayılan bir aile olmuşlardı. Mehmet çok yakışıklı, güçlü kuvvetli, dürüst bir genç olduğundan arkadaşları ona “Mehmet Efe” derlerdi. Körüklü deri çizmelerini ayağından hiç çıkarmaz, o çizmeler ve “külot pantolon”uyla zeybek oynadığında bastığı taşlar titrerdi adeta. Babasını çok küçük yaşta kaybetmiş olduğundan annesi onun mürüvvetini bir an önce görmek için sabırsızlanır, bu konuyu sürekli dile getirirdi.

Mehmet, Konya bozkırlarından gelerek Güney Ege yaylalarına yerleşip oraları yurt edinen bir ailedendi. Oldukça çalışkan ve mert insanlar çok büyük araziler edinmişler, çevrelerinde sevilen sayılan bir aile olmuşlardı. Mehmet çok yakışıklı, güçlü kuvvetli, dürüst bir genç olduğundan arkadaşları ona “Mehmet Efe” derlerdi. Körüklü deri çizmelerini ayağından hiç çıkarmaz, o çizmeler ve “külot pantolon”uyla zeybek oynadığında bastığı taşlar titrerdi adeta. Babasını çok küçük yaşta kaybetmiş olduğundan annesi onun mürüvvetini bir an önce görmek için sabırsızlanır, bu konuyu sürekli dile getirirdi. Sofraya her oturuşunda bu konuyu açar; “Oğlum, artık yaşlandım, ağabeyini, ablalarını everdim, bir tek arzum kaldı. Senin mürüvvetini görürsem gözlerim açık gitmeyecek.” derdi. “Daha zamanı var, biraz daha sabret anacığım! Boşuna endişelenme!” diye geçiştirirdi. Bir gün yurtlarını çevreleyen irimdeki böğürtlenleri temizlerken, keçilerini otlatan kara saçlı, kara gözlü bir kıza rastladı Mehmet. Kızı görür görmez içinde bir sıcaklık hissetti. “İşte benim evleneceğim kız bu.” dedi içinden. “Ben seni buralarda hiç görmedim. Sen kimin kızısın?” diye seslendi. “Ahmet eniştemlere gelmiştik, onlara yardım ediyorum.” “Senin adın ne?” “Zühre.” dedi ve utanarak kaçar gibi uzaklaştı kızcağız. Mehmet o gün çok heyecanlandı, işini doğru dürüst yapamadı. Nereye baksa Zühre’nin kara kaşlarını, kara gözlerini görüyordu. Akşam, hemen konuyu annesine açtı. Kadıncağız hem sevindi, hem endişeye kapıldı. “Ben yarın gider bakarım, kimmiş bu?” dedi. Araştırdılar, soruşturdular, aileye uygun olduğuna karar verdiler. İsteme ve nişan faslından sonra dillere destan bir düğünle Mehmet muradına erdi. Çok sevdiği karısından bir çocuk sahibi olup yaylanın bülbül seslerine çocuk sesleri de karışsın istiyordu. Her şey yolunda gitti, evliliklerinin ilk yılı dolmadan kendisi gibi kara kaşlı, kara gözlü bir kız verdi Mehmet’in kucağına Zühre. Dünyalar sanki onun olmuştu. Deli divane olup eşinin ve kızının etrafında pervanelere dönmüştü Mehmet. Zühre kendisini evin gelini değil, kızı gibi hissettiren kayınvalidesinin adını koymayı önerdi kocasına. Karısının bu vefalı davranışı ona olan sevgi ve saygısını daha da artırdı. Bebeğe “Ayşe” ismini verdiler. “Bakmalara doyamadığım karım, kızım!” diye mutluluktan uçuyordu adeta. Doğumdan on gün sonra Zühre ateşler içinde uyandı. Ertesi gün doktora gittiler ama hiçbir ilaç kâr etmedi. Güzel Zühre’sine doyamadan kara toprağa teslim etti Mehmet onu. İşte o günden sonra dünyası karardı. Yemeden içmeden kesildi. Eski neşesinden eser kalmamış, ağzını bıçak açmıyordu. Sesinin bülbül seslerine karışmasını arzuladığı kara kızını kucağına bile alamıyordu. Arkadaşları onu yayla kahvelerindeki ziyafetlere davet ediyorlardı ancak eski Mehmet Efe’yi arar olmuşlardı. Keyfi kırık Mehmet derdini, tasasını kadehlerde unutmayı umarak içtikçe içiyor, kendine engel olamıyordu. Yürürken yerleri titreten Mehmet Efe’yi kadehler titretmeye başlamıştı. Yere sert basan körüklü çizmelerinin gıcırtısı bile duyulmaz oldu. Bazen ayakta bile duramıyor, bir yerlere yıkılıp kalıyordu. Annesi ve kardeşleri bu duruma çok üzülüyorlar, çıkış yolu arıyorlardı. “Evlenirse hayatı yeniden düzene girer.” diye umdular, Mehmet’i evlendirdiler. Ne yazık ki yeni eşinin kızına olan ilgisizliğini sezince evlilik, neredeyse başlamadan bitiverdi. Daha sonra yeniden evlense de kendini içki masalarından alamayan, vakit bulup evine gelemeyen Mehmet’i bu sefer karısı terk etti. Mehmet git gide dönülmez bir yola giriyordu. Perişan anacığı “Yayladan göçünce içkiden uzaklaşır.” ümidini taşıdı hep ama bu sefer de şehirdeki meyhaneler ikinci adresi oldu Mehmet’in. Kadıncağız her gün biraz daha kahrolsa da elinden bir şey gelmiyordu. Ayşe’ye bakmakta güçlük çeken yaşlı babaanneye komşuları olan tapu müdürünün eşi yardımcı oluyordu çoğu zaman. Bebeği alıp evlerine götürüyordu. Çocukları olmayan bu aile Ayşe’yi kendi öz çocukları gibi görüyor, onunla olmaktan büyük mutluluk duyuyordu. Bir gece alkol sınırını aşan Mehmet eve dönerken bir saman çuvalı gibi yıkılıverdi bir köşeye. Soğuk taşlar bile içinin yangınını söndürmeye yetmedi. Sokaktan geçenlerin seslerini duyuyor fakat ne cevap verecek gücü ne de ayağa kalkacak kuvveti bulabiliyordu kendinde. Tam o sırada sokaktan geçen iki kişi fark etti onu. “Mehmet Efe değil mi bu?” dedi biri. “Haydi, yardım et de kaldıralım!” “Bırak, gebersin hayvan!” dedi öteki, sessizce uzaklaştılar. Mehmet sesinden tanımıştı o adamı ama kolunu bile kıpırdatamıyordu. Ertesi gün biraz daha az içmişti, eve dönüyordu ki aynı kişiler karşısına çıktı. Hemen bir gece önceki konuşmayı hatırladı, üzerine yürüdü adamın. Tartışma büyüdü. Mehmet kuşağındaki kamayı çıkardı, adama sapladı. Yaralı adam, yerdeki kanlar, eve gelen jandarmalar, karakol, hapishane… Büyük bir pişmanlık duysa da bir anlık öfkenin kurbanı olmuştu Mehmet. Annesi perişan, oğlu hapiste, bebesi beşikte… Çaresizlik içindeki kadın oğluna ziyarete gittiğinde oğlu onu teselli ediyordu. “Üzülme anacığım. Çok şükür adam ölmedi ya! Birkaç tarla sattım. Avukatlar halledeceğiz diyor. Bir iki aya kalmaz çıkarmışım.” Annesini teselli ederken ne kadar rahat gözüküyor olsa da hapishanede günler kolay geçmiyordu. Arkadaşlarıyla dama oynayarak zaman geçirmeye çalışıyordu. Bir gün iddialı bir oyunda seyirciler arasında bulunan yılışık biri sürekli oyuna karışıyor, rakibine akıl vermeye çalışıyordu. Birkaç kez uyardı ama adam müdahale etmeye devam ediyordu. En sonunda ayağa kalkıp üzerine yürüdü. Ters bir yanıt alınca okkalı bir tokat indirdi adamın suratına. Adam yere yıkıldı, bir daha da kalkamadı. Bir tokatla ölüvermişti. Hapisten çıkmak için gün sayan Mehmet, yıllarını hapishane duvarları arasında geçirmenin kaçınılmaz olduğunu düşündü, dünya başına yıkıldı. Bir gün tapu müdürünün eşi küçük torununa bakmakta oldukça zorlanan yaşlı kadına şöyle dedi: “Kaç yıldır evliyiz, çocuğumuz olmuyor, bundan sonra da olacağı yok zaten. Biliyorsun biz Ayşe’yi çok seviyoruz, kendi çocuğumuz olsa ancak bu kadar severdik. Küçücük çocuğa bakmak senin için zor, babası da kolay kolay hapisten çıkamaz. Biz onu evlatlık almak istiyoruz. Mehmet’le bir konuşsana!” Annesi teklifi oğluna iletti. “Katilin kızı diyeceklerine tapu müdürünün kızı desinler. Ben yandım bari kızımın hayatı kurtulsun, ben bağrıma taş basmaya razıyım. Yalnız bir şartım var. Bunlar memur insan, yarın tayinleri çıkar, çekip giderler. Nereye giderlerse gitsinler bize haber verecekler, kızımın nerede yaşadığını bana bildirecekler.” Babaanne komşusuna oğlunun sözlerini nakletti, o da kocasına anlattı. Tapu müdürü; “Yarın pişman olurlar çocuğu almaya kalkarlar. Biz de çocuğa bağlanmışken yıkıma uğrarız. Kanuna uygun iş yapalım, nafakasını ödeyelim!” dedi. O yıllarda, çocuğun kilosunun tartılarak belirlenen ücret karşılığı başka bir aileye evlatlık olarak verilmesi yasal bir işlemdi. Tanıklar huzurunda Ayşe’yi tarttılar, belirlenen nafakayı babaanneye ödediler. Memur aile çocuklarının iyi yetişmesi için ellerinden gelen gayreti gösterdi. Mehmet’in ziyaretine gelen eş dost, hısım akraba ve arkadaşları yardımcı olmaya çalışıyordu. Kimisi iyi bir avukat tutması gerektiğini, kimisi hâkimlere para yedirmesinin daha iyi olacağını söylüyordu. Neredeyse her ay bir tarla satıyordu Mehmet. Yıllar sonra hapisten çıktığında annesini kaybetmişti, kızı da İstanbul’daydı. Mehmet yapayalnızdı. Yılların acımasız çarkı onu ezip geçmişti. Pişmanlığın faydası yoktu. İnsanların yüzüne bakmaya utanıyor, kardeşlerinin hakkını yediğini düşünüyordu. Hepsini ağabeyinin evine çağırdı, babasından kalan mallardan hisseye girmeyeceğini, zaten hakkı olandan fazlasını sattığını söyledi, haklarını helal etmelerini istedi. Bir tek Rodos’taki zeytinliği kendisine bırakmalarını zira oraya yerleşmek istediğini söyledi. Ağabeyi de ablaları da çok iyi davrandılar, haklarını helal ettiklerini söylediler. Birkaç gün sonra gözyaşlarıyla yolcu ettiler kardeşlerini. Rodos’a gittiğinde babasından kalan zeytinliğin bakımsızlıktan verimsizleştiğini gördü. Yaşamını sürdürebilmek için zeytinliği yok pahasına sattı. “Hazıra dağ dayanmaz.” dedikleri gibi o para da kısa sürede tükendi. El becerilerine güvendiğinden Rum bir marangozun yanında işe başlamıştı. O yıllarda çok geçerli olan bu mesleği kısa zamanda öğrendi. Hatta ustası kendisini geçtiğini söylüyordu sık sık. Rahatı iyiydi ama doğup büyüdüğü, güzel günler yaşadığı memleketi gözünde tütüyordu. Geri dönmeyi de gururuna yediremiyordu. Yalnız doğduğu şehre yakın bir kasabaya yerleşme fikri daha cazip geliyordu ona. Sonunda kararını verdi. Vedalaşırken Rum usta gözü gibi baktığı keserini uzattı ona; “Bunu basit bir keser olarak görme! Yaşadıklarımızın anısı olarak ömür boyu yanında taşı!” dedi. Doğup büyüdüğü şehre yakın bir kasabaya yerleşti ve yeteneği sayesinde kısa sürede tanındı. Rum ustaların tamamının mübadele nedeniyle yurdumuzdan ayrıldığından yapıcı ve marangoza çok ihtiyaç doğmuştu. Bu nedenle kasabada aranan biri haline gelmişti. Kaderin ağlarını ördüğü günlerden acılarıyla kavrularak, pişerek, olgunlaşarak çıkmayı başarabilmişti. İlerlemiş yaşına rağmen yalnız yaşayamayacağını anlayarak, çevresindeki sevenleri sayesinde hem güzel, hem düzgün karakterli bir kızla evlendi. Yıllarca içini bir kurt gibi kemiren evlat hasretini eşiyle paylaştı. Kızının, kocasını askerde kaybettiğini, çocuksuz tek başına kaldığını, ona destek olması gerektiğini anlattı. Temiz kalpli karısı onun kızıyla birlikte yaşamaktan mutluluk duyacağını söyleyince yüreği ferahladı. Artık hasret bitiyor, kötü günler geride kalıyordu. Kızını yanına aldıktan kısa bir zaman sonra bir oğlu oldu, onu iki erkek evlat daha takip etti. Aradan yıllar geçti. Artık Mehmet Usta yaşlanmıştı, hastalığı ilerlemiş, yataktan çıkamıyordu. Mehmet Efe’den Mehmet Usta’ya dönüşen zaman perde perde gözünün önünde canlandı. Çocuklarıyla vedalaşma zamanı geldiğini hissederek hepsini yanına çağırdı, uzun uzun hayat hikâyesini anlattı. Başucundaki dolaptan ustasının kendisine hediye ettiği keseri çıkarttı. Çocuklarına göstererek; “Anamdan, babamdan kalan malın, mülkün kıymetini bilemedim ama Rum ustamın keseri sayesinde adam oldum.” dedi titreyen sesiyle. Feri kalmamış gözlerindeki iki damla yaş buruşmuş yanaklarından ak sakalına doğru sızıyordu.

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

04/20/2024 - 16:37
03/31/2024 - 21:39
03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...