Bana ne yaptınız? Mehmet Tepebaşı

Edebiyat Bahcesi kullanıcısının resmi
İki aya yakındır poliste, sorgudayım. Şu anda, aynı zamanda benim, işkence mekânı olarak da kullandıkları odanın kalorifer peteklerine bir eli kelepçeli olarak bağlanıp sırt üstü yatıyor, dinleniyor olmam, polislerin iyi niyetinden değil, artık işkence edilemeyecek duruma getirilmemden kaynaklanıyor. Bu iki aydır, çeşitli karakollarda ve siyasi şube merkezlerinde, askerinden polisine, her rütbe ve her meslek grubundan insanların bana yaptıkları; her gittiğim yerdeki işkencecilerin, sanki yeni yakalanmışım gibi en ağır ve en hızlı biçimde işkenceye başlamaları, beni fizik olarak gerçekten de çok yıprattı.

Hele bir de sorguya alınacak başka insanın bulunmayışı (beni kınamayın ne olur!) işkence seanslarımın bitmez bilmez sürelere yayılması, zaman geçtikçe vücudumun iyice iflas etmesine neden oluyor. Yaşam bir çelişkiler toplamıymış şimdi daha iyi anlıyorum. Sorguya alınacak başka arkadaşımın olmayışı, beni gerçekten mutlu ediyor. Bu iki ayda şunu öğrendim ki, insan başkalarına yapılanları ve onun çektiği acıları taşıyamıyor. Kendisine karşı uygulanan her türlü işkenceye ve onun yarattığı anlatılması mümkün olmayan acılara şöyle ya da böyle katlanabiliyor da bir arkadaşının, bir yoldaşının, hatta tanımadığın başka birinin bağırmalarına, kulakları sağır eden, bir insandan çıktığına asla inanamayacağınız  çığlıklarına katlanması, ona karşı kendisini hazırlaması ve hele de üstünlük sağlayabilmesi tümüyle olanaksız. Bu nedenle başka kimsenin olmaması beni bir yandan (aslından bir yandan yerine  esas olarak demeliyim) mutlu ediyor; kendi kendimle, baş başa kalmamın tüm acılarına rağmen dayanılır, karşı konulabilir, hatta başedilebilinir olunduğunu düşünüyorum. Bir arkadaşımın bir yoldaşımın karşıma getirilip, işkencecilerin istediği bir şeyi yüzüme karşı söyleme olasılığı bile beni ürkütüyor. “İyi ki tekim” diyorum sık sık kendime.

Ama sabahın köründen akşamın karanlığına kadar süren, artık işkencenin acısından çok bıktırıcılığı öne geçmeye başladı mı, işte o zaman yalnızca tek kişiyle bunca “uzman” polisin uğraşıyor olmasının umutsuzluğu çöküyor üstüme. Hiç kimseyi istemiyorum ama bu kadar uzun bir zamanı yalnızca benim için bir “iş pratiği alanı” olarak kullanmalarından gerçekten de bıktım usandım artık!

Neyse ki etten kemikten yapılmışız. Neyse ki hani o çokça söylenen “müthiş, mucize vücut yapılarımız” oldukça dayanıksız bir malzemeden yapılmıştı da iki aylık bir muamele sonucu, bana işkence yapanları bir yol ayrımına getirmişti. Ya beni gözden çıkarıp devam edecek ve benim yok olmamı sağlayacaklardı; ya da daha akıllı davranıp yavaş ama zamana yayılan bir strateji uygulayacaklardı. Bu yol ayrımında bana düşen bölüm (sevinsem mi, üzülsem mi bilemiyorum) olasılıklardan ikincisi, yani uzun zamana yayarak işkence yapma stratejisi olmuştu.

Bakın şu işe! İşe yaramaz hale gelmiş vücuduma bakıp üzülmekle, “olsun ama günün her saatinde  işkence yapamıyorlar hiç değilse!” deyip sevinmek arasında bir yerde yakalıyordum kendimi. Hani bir mucize olsa ve birdenbire patlayan ayaklarım, davul gibi şişmiş, kap kara olmuş ellerim iyileşip, vücudumdaki tüm yaralarım ve şekil bozukluklarım yok olup düzelse neredeyse “hayır istemiyorum” diyeceğim! İki ay dan sonra her şeye yeniden başlamak, ama eski vücuduna yeniden kavuşmak. Dediğim gibi: Yaşam çelişkiler toplamı.

Aslında bu söylediklerimin, benim kıymeti harbiyem dışında başka hiçbir anlamı yok biliyorum. Ben istesem de istemesem de benim dışımdaki salt gerçeklik, kendi mecrasında yürüyordu zaten. Burada, benim dışımdaki herkes, her şey kendi mecrasında ve çoğunlukla istekleri doğrultusunda kavuşuyorlardı amaçlarına. Beni yeniden işkence yapılabilinecek kıvama kadar bir yere yatırıp dinlendirmekte onların elindeydi, ara vermeden (zamanları çoktu) daha fazla yüklenip sonunda birçok arkadaşıma yaptıkları gibi bir kimsesizler mezarlığında, herhangi bir çukura gömmekte. Birinciyle ikinci arasında görünen oydu ki, sadece tercih sorunu vardı ve iki şık da aynı değerdeydi. Onları ne etkiledi bilemiyorum. Ama bu kaderi, iki şıkı da özgürce kullanabileceklerinin bilinci içinde çizmişlerdi.  Orada onlar hem yaradan ve hem muktedir hem can verenler hem de can alanlardı. Bu anlamda benim durumum bu kez böyle olmuştu, biraz sonra başka olabilirdi. Yeter ki istesinlerdi!

İşte şimdi, bu istekleri doğrultusunda uzunca bir kalorifer peteğine bir elle bağlanmış, bu peteğe paralel yatar durumunda uzanarak, vücudumun bana yeniden işkence yapabilecekleri bir kıvama gelmesini bekliyordum. Polisler de aynı bekleyiş içindeydiler. Ama hayır, onlar bir bekleyişteydiler ama benden farklı bir durumları vardı kuşkusuz. Onlar, kader yazıcıları olduklarından ve bu konuda özellikle 12 Eylül sayesinde bayağı bayağı deneyime sahip  bulunduklarından, onların bekleyişleri neredeyse dakikası dakikasına bildikleri “kıvam” zamanının bitmesi üzerineydi. Çünkü gelip elleriyle kontrol edipte daha,” hayır henüz kıvamına gelmemiş” dedikleri görülmemişti. Belli ki kontrol etmeleri, kendinden emin bir aşçının son olarak yemeğin  tadına bakma alışkanlığıydı. Yemeğinden aşçı emindi. Zamanın geldiğinden işkenceci çok emindi.

Upuzun yatıyordum. Çıplaktım. Suratımda 50 günden fazla bir zamandır biriken sakallarım ve elli günü aşan bir zamanın kiri pası vardı. Bu süre içinde bir kere aynaya bakabilmiştim ve kendimden korkmuştum. Oysa o gün daha yolun yarısıydı. Kim bilir şimdi nasıl görünüyordum. Neyse şimdi bunların düşünmenin sırası değildi. Yatmam, uyumam gerek. Yalnızca vücudum değil ben de hazır olmalıyım gelecek saldırıya. Kafamın altında iki cilt Marx. Sert çözümlemeler, yumuşak koruyuculuk! Yan tarafımda boydan boya ve tavandan yere kadar uzanan delikli bir perde çekili. Ben dışarıyı, salonu görebiliyorum (aynı zaman da benim işkence odam), ama oradan bakan beni zor görür. Bu da bana anlamsız bir güvenlik duygusu veriyor. Sanki beni oraya yatıran polisler değil, sanki perdeyi boydan boya kapatıp gidenler onlar değilmiş gibi, kendimi perde çekildikten sonra daha emin hissediyorum. Daha rahat uykuya dalıyorum mesela. Beni dürterek kaldırmalarına engel oluyor perdeler. Daha perdeye dokundukları an uyanıyorum. Bir tür alarm oluyor benim için. Bunun benim için (bence işkence tezgahına çekilen herkes için de böyledir) ne kadar önemli olduğunu bilemezsiniz. Henüz uyanamadan, neler olduğunun farkına varamadan birtakım adamlar (siz buna zebaniler deyin) sizi kollarınızdan işkence tezgahına sürükleyip götürdüklerinde dehşet içinde kalıyorsunuz. İşkenceye gideceğini bilmek çok koymaz adama, ama neler olduğunu daha kafandan tartamadan işkenceye götürülmek ve işkence tezgahına bağlanmak çok ağır. Verilen elektriğin acısından çok, bu acının nereden ve nasıl geldiğini anlayamamanın şaşkınlığı vardır gözlerinde ki, işkencecilerin en hoşlanacağı, kahkahalarla gülecekleri halindir bu senin. Bir kere yakalandım bu halimle. Daha yakalanmamın başlarıydı. Daha yakalanmakla serbest gezebilmenin, işkenceden önceki halinle, işkence sonrası halin arasındaki farkı anlayamadan, hatta yakalandığına tam olarak alışamadan, bir uyku halinde sürüklendim işkence odasına. Şaşkınlıkla sormuştum, “kimsiniz siz?” diye. Kahkahalarla gülmüşlerdi benim bu masum halime. Masumiyete yer olmadığını öğretmişlerdi bana. Bir daha bu durumda yakalanmamak için tüm acılarıma, her işkence seansından sonraki tüm enerjimin bitmiş haline rağmen kapı açılır açılmaz, uyanabilmiştim şu zamana kadar. Zaten işkence altındaki bağırmalarıma, hançeremi parçalayarak çıkardığım çığlıklarıma yeterince gülüyorlar. Birde beni şaşkın, aptal, ne olduğunu anlamayan bir çocuk olarak görüp gülmelerini istemiyorum.

Perde bu konuda gerçekten de bana çok yardım ediyor. Daha perdeye dokunur dokunmaz, ne kadar derin uykuda olursam olayım hemen uyanabiliyorum. Şimdi de aynısı oldu işte. Bir elin perdeyi araladığını duymamla gözlerimi açmam bir oldu. Kirden pastan ve (abartmıyorum) milyonlarca sivrisineğin tüm vücudumda gece boyunca gezinmelerinden ötürü iyice kabalaşan, hatta iyice kalınlaşan derimin bile hissedebileceği bir şeyin karnımın üzerine düştüğünü hissettim. Önce karnıma sonra, bunu yapan adama baktım. Bir sigara atılmıştı üstüme. Atan, hızla gerisin geri kapıyı açıp çıkmıştı. Uzun zaman içinde buna benzer “yardımlar”ın olduğuna tanık olmuştum aslında, ama sigara verilmesi ilk kez oluyordu. Sırtıma “ekmek ve su yasak” levhası yapıştırıldığında, bana gizliden su veren, ya da çaktırmadan yanıma ekmek bırakan birkaç polis tanımıştım fakat, orası benim genellikle işkence sonrası götürüldüğüm tuvaletlerin bulunduğu kısımdı. Çok kişi girip çıkıyordu. Kimin ne yaptığını bilmek neredeyse olanaksızdı. Oysa burası, kimsenin girip çıkmadığı, işkence odası olarak kullanılan, içi ele geçirilen pankartların ve toplatılan kitapların dolu olduğu arşiv bölümüydü. Buraya girip uzunca sayılabilecek bir mesafeyi yürüyerek bana bu türden bir kıyak yapmak gerçekten de cesaret isteyen bir işti! Bu yüzden olacak telaştan, sigarayı karnımın üzerine atan adam  bir kibrit, ya da sigarayı yakacak bir araç bırakmayı unutmuştu. Belki de “benden bu kadar!” diye düşünmüştü. Elimde yakamadığım bir sigara vardı, (uzun zamandır içmemiştim) ve müthiş güzel kokuyordu! Serbest kalan elimle burnuma götürüp derin derin kokluyordum. 

Birden kapı açıldı. Ve kadınlı erkekli on beş-yirmi kişi, polislerin oldukça ağır küfürleri, hatta tekme tokatları  arasında içeriye doluştu. Hemen orada itiraz etmek isteyen “Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz?” türünden  tehditvari konuşan birkaç kişiyi inanılmaz ağır küfürler ve hakaretlerle susturdu polisler.

“Geçin lan sıraya! Hepiniz duvara dizilin oruspu çocukları!”

Her biri birer uzman  işkence makinası olan polisler, gelenleri terörize ederek, büyük bir baskı altında bırakıyorlardı. Gelenler, bu baskı karşısında, hemencecik “sen benim kim olduğumu biliyor musun?” tavrından vaz geçmişlerdi. Perde arkasında oynanan oyunu biraz şaşırarak, ama (alıştığımdan mı dır nedir) aslında işkencecilerin acemice oynadıkları korkutma oyununu gülümseyerek izliyordum. Siyasi Şube ye pek uymayan müşteriler getirmişlerdi anlaşılan. Süslü, şık kadınlar ve bana göre epeyce düzgün giyinmiş erkekler, tek sıra halinde duvara dizilmiş, ağır küfürler, hakaretler karşısında ufalarak, korkarak sessizlik içinde bekliyorlardı.

“Kıpırdamayacaksınız lan burada!” dedi bir işkenceci, “geldiğimde bu sıra bozulmuşsa hepinizin a..na korum!”

Öylece  bakıyorlar işkencecilere. Bana öyle geliyor ki, gelenler, nereye geldiklerini ve kimlerle, nasıl bir insan türüyle karşı karşıya oldukları hakkında  zerre kadar bir fikre sahip değiller.

Küfürler ve hakaretler nihayet son buldu. Polisler bir kez daha “duvara yapışık kalacaksınız yoksa hepinizi yatırıp teker teker si…rim” uyarısıyla çıktılar dışarı.

Polislerin dışarı çıkmasından epey sonra, içlerindeki (bence) en cesur olan biri “Ne terbiyesiz adamlar bunlar!” diyebildi. Ve sanki bir düğmeye basılmış gibi herkes bir ağızdan konuşmaya başladılar. Sessizce perde arkasından onları izliyorum. O kargaşada yapmaya çalıştıkları şey, ifade ayarlayabilmek aslında. Herkes birine kendisini desteklemesi için bir şey söylüyor. Belli ki hazırlıksız yakalanmışlar. Daha da kötüsü, bugüne kadar hiç bu türden bir durumla karşılaşmamışlar. İfade hazırlama heyecanı, duvara dizilme emrini unutturmuştu. Bir yuvarlak oluşturarak herkes bu işin nasıl olduğunu ve nereye varacağını  birbirine soruyordu.

Benim elimde bir sigara. Bu adamlardan, ya da kadınlardan biri benim bu büyük derdime çare olacak bir araca sahipler midir ki? Biliyorum çıplağım. Biliyorum yüzümde yalnızca bir yığın kıl değil ama aynı zamanda bir karış kir var. Biliyorum ben bile kendi kendime bakmaktan korkulacak bir haldeyim ve yine biliyorum perdenin arkasındaki varlığımı hissettirirsem şu anda odayı benimle paylaşanlar bir uzaylı görmüş kadar şaşıracaklar, daha da kötüsü korkacaklar. Ama elimde bir sigara var! Kokusu güzel, kendisi güzel! Bir eksiğim var yalnızca. Bu fırsatı bir daha bulmam mümkün değil. Yumuşacık seslensem, korkutmadan, ürkütmeden!”

“Affedersiniz ateşi olan var mı?” demek istiyorum ama, boğazımda bir hırıltı çıkıyor. Saatlerdir konuşmamaktan, aylardır bağırmaktan zaten iyice yıpranmış ses tellerimin arasında anlamlı sözcükleri çıkaramamıştım ne yazık ki!. Ama bu hırıltı, kendi aralarında konuşmaya dalan insanları müthiş korkutmaya yetmişti.

“Burada biri var !” diye parmağıyla, perdeyi gösterdi birisi. Çember dağılmış, herkesin gözü korku dolu bakışlarla perdeye takılmıştı. Korkacaklarını tahmin etmiştim de, daha hiçbir şey söyleyemeden bu denli paniğe kapılacaklarını beklememiştim doğrusu. Hem korkularını hafifletmek hem de daha anlamlı bir ses çıkarmak için, tüm konsantrasyonumu toplayıp, yine de bana bile yabancı gelen, ama yapabildiğim en yumuşak sesle, “ateşi olan var mı?” diye sordum. Yeniden bir çığlık yumağı. Yeniden bir “perdenin arkasında  biri var!” paniği.

“Korkmayın!” dedim, “bir sigaram var da ateşim yok. Sizde var mı?” daha kontrollü çıkıyor sesim. İçlerinden biri korkarak yaklaştı perdeye. Perdeyi açmasıyla bir adım sıçraması ve “ ne oldu sana kardaaaaş?” diye bağırması bir oldu. Bu arada arkadakiler tam bir yumak oldular. Birbirilerine sarılarak fısıltıyla bağrışıyorlardı. Neden olduğum şeyi telafi etmek istiyordum.

“Korkmayın ya,” dedim, “bir şeyim yok. Siz kimsiniz? neden getirdiler sizi buraya? “

Kadın erkek, genç yaşlı, hepsi birden bana ifade vermeye başladı. Karma karışık, kimin ne dediği belli olmadan herkes bana suçsuz olduğunu anlatmaya uğraşıyordu.

Anladığım, bir kaçakçılık işi! Gemiyle Mersin’den Kıbrıs’a kaçak mal taşınıyor. İşin içinde Mali polis te var ve bu yüzden emniyet müdürü soruşturmayı Siyasi Şubeye vermiş.

Bana bakarak tir tir titriyorlar. “Sana ne yapmışlar böyle?” diye soruyorlar; “bize de mi böyle yapacaklar?”

O kadar kötü durumdalar ve o kadar çok öğrenmek istedikleri şey var ki, bir türlü fırsat bulup bir ateş isteyemedim.

“Bana bakmayın siz!” dedim en sonunda. “Ben siyasi tutukluyum. Size bana yaptıklarını yapacaklarını sanmıyorum. Yalnız bir birinize sahip çıkın. Polisler gelmeden aranızda anlaşın ve kimse bundan vaz geçmesin!” daha lafım bitmemişti ki, birden kapı açıldı.

“Laaaan!” diye bir haykırış doldurdu odayı. “Lan ibneler, lan orospular, lan bu ülkeyi soyup soğana çeviren alçak oğlu alçaklar! Lan siz kimsiniz de bu insanla konuşma cesareti buluyorsunuz lan! Lan bu adam kim biliyor musunuz ha?” kulaklarıma inanamadım. Bu adam bana işkence yapmaktan zevk alan, herkesin “Sütçü” diye lakap taktığı, haya sıkmakta uzman bir sadist. Bir alçak! Bir katil! Beni nasıl övüyor, nasıl göklere çıkarıyor anlatılamaz. Hayretle yüzüne bakıyorum Sütçü’nün.

“Lan bu adam var ya bu adam, davası uğruna aylardır işkence görüyor. Sizin gibi çıkarını değil.  Okullarının en çalışkan insanları bunlar ama bir dava uğruna yaşamlarını ortaya koyacak kadar yüce ruhlu bu adamlar. Sizin gibi kendi ülkesini sömüren sülük değiller  lan pislikler. Sizin nefesleriniz bile bu adamı pisletir alçaklar! Çekilin lan! Dayanın duvara oruspu çocukları!”

Hayretler içinde, şaşkınlıkla dinledim Sütçü’nün nutuklarını. Duvara dayananlar da korku içinde, Sütçü’nün çizdiği insan tipine bakakalmışlardı. O korkulu bakışların arkasında, söylenenlerle görünen arasındaki çelişkiyi tartmışlar mıydı ki acaba?

Tehditler, küfürler ve hepsinden garip olanı da bana yapılan bitmez tükenmez övgüler eşliğinde tekrar kapıyı açarak yeniden dışarı çıktı Sütçü. Bu kez tanımadığım bir polisi nöbetçi bırakmışlardı içeride. Yeni polis Sütçü’nün benim hakkımdaki  söylediklerinden o kadar etkilenmişe benziyordu ki, hani “polis” diye bağırsam, adam hazır ola geçip selam verecek. Gözleri çakmak çakmak bana bakıyor. Sigaram hala elimde. Polisten istesem mi ki acaba?

Sütçü’nün çıkmasından kısa bir süre sonra (ateşi hala bulamadan!), dünyanın en korkunç işkence uzmanları ve arkasında zebanilerle birlikte doldular odaya. Her işkencenin arkasında var olan Siyasi Şube Müdürü ve yanında her işkencenin bizzat başında ve uygulayıcısı olan Meşhur işkenceci Komiser, yanlarında da en az onlar kadar korkunç, sadist hatta katil olan  siyasi şube polisleri.

Siyasi Şube Müdürü, yüzünde anlamsız bir gülümsemeyle bakıyor duvara yaslanmış gruba. Kimse konuşmuyor. Tam bir psikolojik baskı. Polisler dizleri hafif bükülü atlamaya hazır, gözlerinde parıltıyla dişlerini gıcırdatıyorlar.  Topluluk o kadar korkmuş görünüyor ki, birbirine sokulmuş durumdalar.

Sonunda zamanın geldiğini işaret etti Siyasi Şube Müdürü. Polisler o kadar seri ve ne yaptığını bilen bir terör estirmeye başladılar ki, Gruptakiler ayakta durmakta zorlanıyorlardı. Sürüye saldıran kurt gibi, gruptan kaptıkları bir kişiyi, tekme tokat ve küfürlerle, bazılarını, özellikle kadınları saçlarından sürüyerek dışarı çıkartıp, koridorlarda, ya da başka odalarda sorguya alıyorlardı. Bir iki bağırtı, tokat cop sesi, sonra kapı yeniden açılıyor ve grup bir üyesini daha kaptırıyordu zebanilere.

Bu durum birkaç saat sürdü. Grup giderek seyrekleşti. Sonra da sadece bir kişi kaldı. Havanın sıcaklığına rağmen, uzun kollu beyaz bir gömlek ve siyah bir pantolon giymiş, gruptaki en gariban giyinen kişi en sona kalmıştı.

Koridorda sorgu yapanlarla Şube Müdürü ve komiser kısa bir konuşma yaptılar. Sonra dönüp tek başına kalmış adama baktılar. Adam çok rahat görünüyordu. Sanki kendisine yapılmak istenen psikolojik baskıyı anlamış, ya da korkmanın kendine faydası olmadığına ikna olmuş gibi bir hali vardı. Onlar pis pis gülerek adama, adam gayet rahat sanki biraz sonra hiçbir şey olmayacakmış gibi polislere bakıyordu.

Sonunda Şube Müdürü işaret verdi polislere. Polisler adamı kollarından tutup sürükleyerek tam benim yanıma getirdiler. Şube Müdürü ve komiser ayaklarını sürüye sürüye gelip tam adamın karşısında durdu. Hala yüzünde pis bir gülümseme. Adam çok rahat görünüyor.

Şube müdürü, yüzündeki ifadeyi hiç bozmadan, alaylı bir sesle,

“Eee İstanbullu!” dedi. Zaten normalde, ergenliğini tamamlamamış çatlak bir sese sahip olan müdürün, bir de alaycı tonla konuşması, insanda bu sesi ciddiye alma güdülerini iyice yok ediyor. Belki de bundan, adını yeni öğrendiğim İstanbullu, hala çok rahat. Ben yokmuşum gibi davranıyorlar. Ne sakallarım, kap kara pis görüntüm, ne de çıplaklığım  ilgilerini çekiyor. Bir kez olsun bana bakmıyorlar.

“Sonunda sıra sana geldi! Bütün arkadaşların her şeyi anlattılar. Onların anlattıklarından anlaşılıyor ki her şey dönüp dolaşıp sana geliyor! Şimdi söyle bakalım!”

Şube Müdürü, konuşmasını o cırtlak sesiyle uzata uzata, alaycı bir tonda sürdürüyordu ki,

“Komiserim!” dedi, İstanbullu. “Hiiiç uğraşmayın. Benim bu konuda çook ayaklarımın altı patladı. Benden bir şey alamazsınız!”

Herkes  donup kaldı. Ben inanılmaz şaşırdım  doğrusu. Hiç beklemiyordum. Bence kimse beklemiyordu. Şube Müdürü Hariç! O hiç yüz ifadesini bozmadan, sessizce dinledi İstanbulluyu. Sonra “Öyle mi?” diye sordu aynı alaylı ses tonuyla. 

“Öyle!” dedi İstanbullu. “Biz bu yollarda çok ayak altı patlattık komiserim!”

İçimden,” eyvah!” dedim. Bu adam nerede, hangi şubede ve kimle konuştuğunu bile bilmiyor. Şube müdürünü Komiser sanıyor ve büyük bir olasılıkla burayı ikinci şube zannediyor.

“İyi o zaman!” dedi Şube müdürü, “soyun bakalım.”

Bir garip dalgalanma oldu İstanbullu’nun gözlerinden.

“Efendim?” diyebildi,

“Soy şu üstünü başını!” dedi Müdür yeniden. Sesi giderek sertleşiyordu. İstanbullu, sağa sola baktı yardım ister gibi, sonra gömleğini ve pantolonunu çıkardı bir kenara üst üste yavaş hareketlerle koydu. Gözlerinde, bir dakika önceki güven dalgaları, bir sis tabakasına bırakmıştı.

“Külotunu da çıkar!” dedi müdür sertçe. “Külotumu mu? Ama komiserim, rica ederim, ben çoluk çocuk sahibiyim. Külotumu neden çıkarayım?”

“Çıkar lan!” diye bağırdı, müdür. İki polis üstüne atlar gibi hareketlendi. İstanbullu, ürkek ve yüzünde bir soru işaretiyle çıkardı külotunu ve ilk kez bana baktı. Gözleri ve yüz ifadesi o kadar inanılmaz, hatta o kadar acıydı ki (evet yalnızca “acı” sözcüğü anlatabilir bunu) yüreğimin ta ortasında bir sızı hissettim. Oysa o ana kadar neler olabileceğine bir tiyatroda bir seyirci gibi bakmıştım. Bakışlarında sanki çıplaklığını bana, ama yalnızca bana gösterdiği için özür vardı. Bir şey yapamamanın, çaresizliğin, elinden bir şey gelememenin özrü vardı. Bakamadım gözlerine. Kaçırdım.

Sonra yıllarca, binlerce insana işkence yaparak uzmanlaşmış eller girdi devreye. Gözleri bağlandı İstanbullu’nun. Çarmıh getirildi. Uygun ipler uygun yerlere, seri ustaca ve gerektiği kadar bağlanıp sırt üstü yatırdılar. Elektrik manyetosu geldi hemen. Bir polis cinsel organına bağladı bir kabloyu, yanındaki hemen küçük bir şişeden su döktü üstüne, diğer ucu bir tahtayla meme ucuna götürüldü. İşlemler o kadar seri, hızlı, ama hatasız yapılıyordu ki, çıt çıkmıyordu. Hemen yanımda benim tersi yönünde uzanmış İstanbulluya takıldı gözlerim. Hiç kıpırdamadan, kendine neler yapıldığını, o karanlık dünyada anlamaya çalıştığı o kadar belli ki! Ayaklarının altına falaka beklerken, bu yapılanlara bir anlam veremediği çok açık. Sanki kulakları, hareketli bir radar gibi sesleri anlamaya çalışıyor, oradan bir sonuç çıkarmak istiyor. İnanın bana böyle hissettim. Kulak kepçelerinin sanki uzadığını, sağa sola döndüğünü (hadi gördüm demeyim-ki valla gördüm!) sandım.  Sonra Müdür “ver!” dedi, manyetonun acı veren cırıltısıyla birlikte İstanbullu, “O nee? Bana naapıyorsunuuz?” diye bir çığlık attı. O sırada Komiser elindeki copu İstanbullu’nun anüsüne dürtmeye başladı. Bir yandan, ”Sok sok!” diye bağırıyorlar, diğer yandan “Çevir çevir!” komutu.

İstanbullu fazla dayanamadı bu baskıya,

“Tamam, “dedi, “tamam. Söyleyeceğim, anlatacağım.”

İşte o zaman Şube müdürü, bana bakıp göz kırptı.  Dondum kaldım. Sanki şaka yapmış ta, beni de ortak  ediyor.  Sonra yüzündeki gülme ifadesini bozmadan, “Siz de bu kadar kolay olsanız ne olur yani?” dedi.

O sırada İstanbullu, gözleri açılmış, ayağa kaldırılmıştı.  Şube müdürü,

“Hani lan?  Bu uğurda ayakların  çok patlamıştı? Ne oldu” dedi alaycı bir sesle. İstanbullu  dehşet içindeydi. Gözleri fal taşı gibi açılmış etrafına bakarak kendisine neyin bu kadar  bilinmez bir acı verdiğini çıkarmaya çalışıyordu.

“Bana ne yaptınız abi?” diye soruyordu.

"Ne yaptınız bana?"

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...