MASAL GİBİ BİR ŞANS

Görülmüştür kullanıcısının resmi
" Otuz yıla yaklaşan tutsaklık sürecimde ablam beni hep sırtında taşıdı. O küçük kızın yüreği, vefası ne kadar da asil, nasıl da yüce! Bu emeği, bu çabayı bu olağanüstü iradeyi, bu büyük sevgiyi nasıl adlandırmalı… Biliyorum, böyle ablalar çok var; çok da tanıdım: ama ben yine de “benim ablam” diyorum; çünkü o benim şansım! Ablam Fatoş, fedakârlığın kutup yıldızı." Murat TÜRK 1 Nolu T Tipi Cezaevi C-4 Şakran-Aliağa/İZMİR

 
MASAL GİBİ BİR ŞANS
*Voltaire; “masal, tarihin ablasıdır” der.
Benim masal gibi bir ablam var.
 Vefanın, fedakârlığın, kardeşliğin masalı…
 
            İnsan, sırtını bir kadının vicdanına dayadığında dağları devirebilir.
            Ve hayat öyle huzurlu, öylesine mutlulukla dolar ki…
            Hayatın ışığını içinizde hissedersiniz.
            Kalbinizde bir cevher ışıldar.
            Çeyrek asırlık bir tutsak bile olsanız, hayatınız özgürlüklerle dolup taşar.
            Bunlar hayal değil, gerçek; yaşanılmış gerçeklikler, bunlar hakikatin ta kendisi.
            Hiç tanımadığım ablalarım Belkıs yedi, Muazzez dört yıl yaşamış. Onlar için; “dünya tatlısı, hayat dolu, çok güzel kızlardı” diyorlar. Bu nedenle komşular sık sık anneme “Belkıs’ı verin, biraz bizde kalsın” dermiş. Sonra bir başka komşu, “Muazzez’i verin, canımız sıkılıyor” diyormuş. Annem küçük kızlarını bulmak, akşam eve getirmek için komşudan komşuya dolaşırmış.
            Belkıs, ben bir yaşındayken ölmüş; Muazzez ben doğmadan iki yıl önce. Demek ki bir yaşım boyunca ablam Belkıs’la aynı odayı paylaşmışım. Beni sevmiş, kucağına almış, sırtlamış… Sanki annemin karnında ablamın sırtına doğmuşum.
            Annem hep erkek çocuk doğururmuş. Kız doğuramıyormuş, doğanlar da fazla yaşamıyormuş. Böylece ben iki ablamı, bir de kız kardeşimi yitirmiş oldum. Benden önce bir kızları daha olmuş annemle babamın. Adını Belkıs koymuşlar. Belki de ilk Belkıs yaşamadı diye, annem ona Fatoş demiş. Ama Fatoş yetmemiş onlara. Bir Muazzez daha istemişler. Olmamış, ben gelmişim dünyaya. Beni iki erkek daha Cemal’le Kasım (Bilal) izlemiş. Hiç umutlarını kesmemişler. Son bir gayretle nihayet bir Melekleri olmuş ve doğal olarak adını Melek koymuşlar. Böylece elenecek un kalmayınca, elekleri asıp dükkânı kapatmışlar.
            Melek’i çok iyi hatırlıyorum. O da tıpkı Belkıs ve Muazzez gibiydi. Çizgi filmden çıkıp gelmişti sanki. Sevgisini pek yansıtmayan babam iş dönüşü eve koşar adım gelir, Melek’ine kavuşur, o 1950 kuşağı baba bir çocuğa döner, komik sesler çıkararak kızını sever ama ona doyamazdı.
            Melek, çok az yaşadı, o da Muazzez gibi sadece dört yıl. Uçtu gitti yuvamızdan. Babamın kıyametiydi o gün. Duygularını yansıtmayan babam çağlayan gibi ağladı. Omuzları sarsıla sarsıla, hıçkırarak, bozguna uğramış gibi boğula boğula ağladı. Başka da babamın ağladığını görmedim.
            Yıllar sonra bir gün annemle Yeniköy’deki, hemen asfaltın aşağısında yer alan bebek mezarlığının yanından geçerken:
            “Anne, Melek nerede?” diye sordum.
            Annem hüzünle elini uzattı.
            “Şuralarda bir yerde…” dedi.
            Küçük kara taşların, rüzgârda salınan kurumuş dikenli otların arasında neredeyse kaybolmaya yüz tutmuş küçük mezarlara baktım. Meleklerin mezarına… Melek, oralarda bir yerde, biri onu andı, nihayet biri onu sordu diye bana gülümseyip durdu. Dört yaşındaki hayat dolu bacım, hayatı tanıyamadan göçüp gitmiş, şu karşıdaki taşların ve otların arasında kızıl toprağın altında sonsuzluk uykusundaydı. Bir mezar taşı dahi yoktu. Orada uyuyan tüm bebekler gibi. Demek ki, yanından geçtiğimiz herhangi bit taş bile mezar taşı olabilirdi. Oysa bir bebek mezarlığı belki de cennetin ortasıdır; kim bilir, o bebekler orada ne güzel oyunlar oynuyordur.
            Melek’in yüzünü hayal meyal hatırlıyorum.
            Neden bir fotoğrafını çekmediler?
            Bir fotoğrafı olsaydı… Onun, ilk Belkıs’ın, Muazzez’in…
            Bu dünyada sadece dört yıl kalmak; ne bir mezar taşına ne de bir fotoğrafa sahip olmak… Belkıs’ın, Muazzez’in, Melek’in fotoğrafı neden yok?
            Bizler nasıl insanlarız hakikaten…
            Yaşasalardı, kim bilir neler yaşarlardı bu hayatta…
            Kim bilir, o güzel yüzleri nasıl olurdu şimdi…
            Hayatımın bu en hüzünlü sorusu hep cevapsız kalacak.
            Ama yine de, üçü de, her yaşın hayat dolu ışığını yüzlerinde taşırlardı muhakkak.
            Melek göçünce, evde sadece biricik ablam Fatoş kaldı. Artık o “bir tane”ydi. O, hepimizin bir tanesi olarak yaşadı. Biz erkek kardeşler ona hak ettiği değeri veremesek de, o hep öyleydi, öyledir, biriciktir.
            Çocukken ablam okula gider, ben evde yalnız kalır ağlardım. Annem okula gider, sınıfa girer, “Fatoş gel, Murat ağlıyor” derdi. Anlayış dolu öğretmenler gülümseyerek izin verirlerdi.
            Ablam eve gelince beni sırtına alır, ağlamam dururdu. Onsuz yapamazdım. Hayatımın en güzel oyunlarını onunla oynadım. Beştaş, isim-şehir-hayvan, parmaklara geçirilen ip oyunu, bahçemize gerdiğimiz incecik ipin iki tarafında elibor (voleybol), çizgi, ip atlama… Ablam, bazen eşarbını başıma takar “keşke sen de kız olsaydın” derdi, sürekli de “sen çok şanslısın” diye tekrarlardı. Ablamla beraber çok bulaşık yıkadım, bol bol evi süpürdüm, az biraz da dayak yedim; elleri dert görmesin!
            Ablam bana “sen çok şanslısın” dediğinde onu anlamaz, dudak bükerdim. Ben şanslı olduğumu hiç düşünmüyordum. Elimde ne vardı ki? Talih kuşu mu konmuştu başıma? Piyango mu vurmuştu? Ablam, neden sık sık bana “çok şanslısın” derdi? Anlamıyordum. Dışarıya rahat çıktığımdan mı, sabah çıkıp akşam geldiğimden mi, daha serbest olduğumdan mı? O, ne vakit bana “şanslısın” dese, işte böyle hiç anlam vermezdim.
            Ama şimdi, yani koca bir kırk yıl sonra anlıyorum ki, hakikaten çok şanslıymışım! Fatoş ablam var çünkü! O bana “şanslısın” derken, hiç de kendisinden söz etmezdi. “Ben varım diye şanslısın” demezdi.
            Şans nedir hakikaten?
            Hayatın, insanın önüne bir dizi fırsat sunması mı?
            Hep mutlu yaşamak mı?
            Bir hazine bulmak mıdır şans dedikleri?
            Kolay yoldan hızla ilerlemek mi?
            Birçok tanımı yapılabilir şansın.
            Ablamın çocuk sezgileriyle dediği gibi ben, hakikaten çok şanslıyım. Hem bu şansım ben doğduğumdan beri sürüyor. Ablam yaşadıkça da sürecek.
            Benim şansım, gelip geçen şanslardan değil, sabit bir şanstır.
            Benim şansım, Fatoş ablamdır.
            Onun çocukluk sezgileriyle işaret ettiği hikmet, ancak kırk yıl sonra kafamda anlam buluyor; o öngörüyü ancak kırk yıl sonra anlayabiliyorum.
            Şansa bak! Çok şanslıyım. Ya anlamasaydım?
            Kırk yıl sonra bulduğum bu cevap ne kadar da huzur veriyor.
            Ablam, görünmeyen bir kuş, bir Melek gibi hep tepemde.
            Ablamın kanat seslerini hep duyuyorum.
            Ablam, geçtiğim sayısız çöllerin cehenneminde birdenbire karşıma çıkan cennet vahalardır.
            O gerçek, yalın bir insan; su gibi berrak, dağ kadar heybetli bir zengin vicdan ve saf duyarlılıktır.
            Annemin bir işi olduğunda hep ikimizi birlikte gönderirdi. Gideceğimiz yere güle oynaya giderdik. Her şeyle dalga geçer, eğlence olsun diye şuraya buraya takılırdık. Kasetçiye gider “Murat Türk’ün son kaseti çıktı mı?” diye sorardı, adam “yok” der, bu sefer ben “ya Fatoş Türk’ün?” diye sorar, adam dalga geçtiğimizi anlayınca da sıvışır kaçardık.
            Bir gün yine böyle bir yere giderken bir fotoğrafçının önünden geçiyorduk. Ablam durdu, akşamüzeriydi; vitrindeki fotoğraflara baktık. Biran ablam elimden tuttu; “gel, biz de bir fotoğraf çekelim!” dedi. Stüdyoya girdik. Adam ışıkları yaktı. Halimiz de hal değildi ya, ben galiba pijamaylaydım. Ablam büyük bir hasır fötrü kafasına taktı; ellerimiz birbirimizin omzunda, kafalar yanaktan yapışık, böyle bir fotoğraf çektik.
            Fotoğrafçıdan çıkarken adam bizden para istedi. Nerde bizde para! Pijamaylayız, cebimiz bile yok! Ablam fotoğrafın ne zaman çıkacağını sordu: “Bir hafta sonra” dedi adam. “Tamam, o zaman fotoğrafı alınca parasını da veririz” dedi ablam. Adam ikna oldu. Oysa bir miktar peşin de verilmesi gerekirdi.
            Sevinç ve kaygıyla dışarıya çıksak da, sonraki altı gün fotoğrafçının önünden gönül rahatlığıyla geçtik. Yedinci günden sonra orası bizim için biraz korkulu biraz da utanç içeren bir yere döndü. Üç beş metrelik fotoğrafçı dükkânının önünden geçersek adam bizi görür, para ister diye hiç geçmedik. Arka sokaklardan dolanıp yolumuzu uzatarak bu “yasak bölgeyi” geçmek zorunda kaldık.
            Elimize para geçmediğinden, o fotoğrafı alamadık. Zamanla da unuttuk. Yıllar sonra da hatırladık. Ama şimdi, ne o fotoğrafçı dükkânı var yerinde ne de o adam.
            Ablamla o fotoğrafımızı deliler gibi merak ediyoruz.
            Bir gün sobanın üstündeki kaynar su güğümü devrilmiş, ayaklarını yakmıştı ablamın, o acılarını halen hissederim.
            Bir gün de ninemin bahçesindeki dut ağacına çıkmış, elbisesi dallara takılmış, bir dizi kanarken ağlamıştı. O ağlayışı halen ciğerimi yakar.
            Evde ellerimize kına yakarken, ablam şekiller çizer, sonra yumruk yaptığım elime çorabı dikkatle geçirir, hemen uyurduk ki, hızla sabah olsun, ellerimizi yıkayıp kınalı parmaklarımızı görelim, o kınayı koklayalım.
            Yaralıyken ablama sığındığımda, ölümcül yaralarımı tedavi etti. Beni hep bahçede yaktığı mangalda pişirdiği et ve sebzelerle besledi. Onun sevgisiyle hızla iyileştim.
            Çeyrek asırdan fazladır, her fırsatta binlerce kilometrelik yolları kat ederek ziyaretime gelir. Bazen kavuşmanın sevinciyle ağlar; yaşadığı zorlukları, sıkıntıları, acıları hiç yansıtmaz. Aksine moral verir. O kısacık görüşme süresi nasıl biter, hiç anlayamayız. Çok konuşmuş gibi oluruz, ama hiçbir şey konuşmamış gibi de hissederiz.
            Bunca yıl, devlet bile bize bakmaktan bıktı: ama ablam hep aynı heyecan, aynı duyarlılık içinde.
            Bir filmde Van Gogh: “benim için şöyle demelerini istiyorum” der ve ekler: “öyle derin, öyle ince hissediyordu ki…”
            İşte ablam, öyle derin, öyle ince hisseder.
            Ablamla arkadaşlığımız devam ediyor.
            Ve o küçük kız gibi, okuldan döner dönmez beni sırtında taşımaya devam ediyor. O şimdi sadece bir abla değil; bir abla, anne, baba, kardeş, yoldaş, dost, arkadaş… Ne kadar insani, manevi anlam varsa hepsini fazlasıyla yerine getiriyor.
            Otuz yıla yaklaşan tutsaklık sürecimde ablam beni hep sırtında taşıdı. O küçük kızın yüreği, vefası ne kadar da asil, nasıl da yüce! Bu emeği, bu çabayı bu olağanüstü iradeyi, bu büyük sevgiyi nasıl adlandırmalı…
            Biliyorum, böyle ablalar çok var; çok da tanıdım: ama ben yine de “benim ablam” diyorum; çünkü o benim şansım!
            Ablam Fatoş, fedakârlığın kutup yıldızı.
            Ufuktaki Anka kuşum… Kırlangıcım…. Karıncam….
            Ona yetişemedim, yetişemem de…
            Çünkü o, nehir gibi akan bir vefa şarkısıdır.
            O hep ufukta, ufku devirdi devirecek gibi yürüyor.
            Ben yüz binlerle, milyonlarla yürüyorum o ufka.
            Ablam ise, yalnız, bir başına… Çocukluğumu, gençliğimi, otuz yıla yaklaşan tutsaklığımı sırtlamış, kırılmaması gereken bir cam gibi dikkatle yürüyor. Ve bu yürüyüşü, biliyorum, biz yaşadıkça da sürecek.
            Ablam olmasaydı, bu kadar rahat mücadele edemezdim. Devrimciliğimde ablamın payı tarifsiz büyük. O olmasaydı hayat zor, çok ama çok, çok daha zor olacaktı. Ona olan borcumu asla ödeyemem, ona hep minnettar kalacağım.
            İnsan sırtını bir kadınım vicdanına dayadığında…
            Cehennemi bile dayanabilir kılar.
            İyi ki varsın, canım ablam…
Murat TÜRK
1 Nolu T Tipi Cezaevi C-4
Şakran-Aliağa/İZMİR
 
Fotoğraf: adil okay

 
 

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

04/20/2024 - 16:37
03/31/2024 - 21:39
03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...