SÜRGÜNE GİDERKEN

Ali Rıza Aksın kullanıcısının resmi
Gürültüyle kalktı otobüsümüz. Ermenilerden kalma zeytinlikleri, tek tük bağları, sıvalı, sıvasız binaları bir bir geçmeye başladık. Bu bağlar, zeytinlikler ki, acılı, gizemli bir tarihe götürürlerdi beni. Öyle ki, şehir büyüdükçe bir devrin son şahitleri gibi titrerlerdi...

Kızıl, mor tarlaları geride, Göksün-Kayseri yolunu yukarıda bırakıp Ceyhan Irmağına yöneldik. Kızıl toprak, kumlu toprağa bıraktı yerini. Apak, gri kuşlar... Kelebekler ışığa nasıl vurgunlarsa, bunlar da suya. Sabun yeşili suda kanat çırpıp dans ediyorlardı.

Aksu'nun Ceyhan'la buluştuğu yere geldik. Çileli bir ayrılıktan sonra iki sevgilinin buluştuğu yere. Elbistan çıkışlı Ceyhan, Göksün'ün suyuna Maraş'ın derelerini katar, Ali Kayasının önünden kıvrılıp inerdi buraya. Esmer, yağız, geçimsiz. Aksu'ysa, Adıyaman-Maraş suyunu toplar, *Kartalkaya’ya hapsederdi. Gücü, soluğu kesilince de, kumlu, hardallı eski yatağında kuş, çekirge ve sığır sürülerine aldırmadan, Pazarcık Ovası'ndan, incele, kıvrıla, küskün, kırgın akardı.  Sonra iki ırmak birleşir, Gavurdağları'nı kılıç gibi yarar, Ceyhan adıyla Akdeniz'e akarlardı.



Taşköprü'yü geçtik, bir kayayı dolanıp Gâvurdağları'nı tırmandık. İçinden geçtik Yenicekale'nin. Kayalara kadar sokulmuş, birbirinden kopuk evler... Yoksulluğun son fotoğrafı gibi. Sanki aramış, taramış da, düzgün bir yer bulamayınca çaresiz buraya konmuşlar… Atıyla yük taşıyan hırpani kılıklı erkeklerle bakımsız, kirli kadınlar geçti. O kadınlar ki, lastik ayakkabıları, turuncu, yeşil fistanlarıyla erişilmeyecek bir zamandan baktılar bize. Bir varmış bir yokmuşlardan, çağırsanız duymaz, el etseniz gelmez bir yerden. Korkudan mıydı, meraktan mıydı bilmem, peşimiz sıra ısrarla koşardı köpekler.

     

Dağın zirvesindeyiz. Don tehlike yaratıyor. Bir rodeo atıyla gider gibiyiz. Hoplaya zıplaya… Ön koltuğa yaslanmış sapsarı bir kadın, plastik bir torbayı ispirto kırmızısı dudaklarına yakın tutuyordu. Ecelle aramızda ince bir zar. Hayatımız şoförün elinde. Aşağısı uçurum. Bir kere düşmeye gör, parçan dahi bulunmaz. Düşünmeden edemiyorum, ''Şoföre burada cambazlık yaptıran  ne?'' Kendimi kendim yanıtlıyorum: ''Kim burada cambaz değil ki''

 

Tok bir sesten su serpildi yüreğime. ''Yavru yavru sen ağlama, kirpiklerin ıslanır''

Türkü şarhoşluğu içinde yolcuları dikizliyor şoför. Kadınların çoğu örtük. Önde, şoförün arkasında modern biri… Kitabının büyüsüne kapılmış, görmüyor bizi. Onbaşı, pörtlek gözlü bir keltoşla derin bir sohbette... Daha doğrusu öyle gözüküyor. Kancasına takıldığı o keltoştan dolayı, bilye gibi gözlerini kullanamayışın tedirginliği içinde. Pörtlek dışarıyı gösterip sürdürdü: ''Asker ne yapsın arkadaş? Şırnak dediğin şöyle bir yer; kuş uçmaz, kervan geçmez. Eh, adamlar oralı. Avuçlarının içi gibi biliyorlar araziyi... Çaresi ne biliyor musun? Sil şehrin birini haritadan, bak nasıl düzeliyorlar. Vallahi de süt liman olur ortalık. Efendim tecrübeyle sabittir…''

Adam, göz ucuyla bakıp şüpheler ekti içime. Oralı olmadan dışarı baktım. Yüzü, konuşması, paltosu bile, gördüğüm ama tanımadığım birini anımsattı bana. 

 

Dağlar, vadiler, eteği kaymış kel yamaçlar… Tepeleri apak ama... Minnacık bir Yahudi takkesi gibi... Her kafadan bir ses. Önce başını alıp giden fiyatlardan, sonra hasta bir kızdan, en son da nefesi keskin bir hocadan söz ettiler. Bir kadın acı acı dövündü: ''Nazar değdi kızıma nazar. Gitti, gül gibi kızım gitti, soldu da bir kuru dal kaldı!''

Yün çoraplarını çekiştiren, iri kemikli, aksakallı bir ihtiyar, kalın, emin bir tonla: ''Tohtur mohtur anlamaz'' dedi. ''Halk arasında sara olarak bilinir ya öyle dehl. Basbayağı bir cin musallat oluk kıza. Hemi de erkek bir cin. Tohtur tohtur gezdirincik zaman gaybediyonuz. Kozan'a, Abdül Hoca'ya götürün. O sene, şu gendi gendine konuşan Emoş'un oğlunu da götürmediler mi? Bir şeyciği kaldı mı, yooğğ. Eh,senden benden ahıllı şimdi. Cücüğe para dağıtiymiş gözü çıhasıca!''

Nihayet lafı getirip bir horoz meselesine bağladılar. At yüzlü, seyrek dişli biri, ayakları bağlı bir horozu kaldırıp, ''Maraş'tan aldım, Kuşçu Kadir'den. Halisten dövüş horozu. Ulan Köse sıkı dur, göstereceğim sana gününü!'' diyordu. Gülüşmeler. Horoz diklenip kurtulmaya çalıştı. Kadınlardan birinin tülbendi, diğerinin romanı titredi. Okumaya ara veren kadın, askerlerin üstünden, gerisindeki şamataya baktı. İçerinin havası değişti. ''Külünden kendini yaratmak bu olmalı'' diye düşündüm. ''Yok yok, bize özgü bir acizlik... Vur yükü, bin sırtına, dağı sırtlayan fare gibi sırıtırlar işte... Bir acayip ki insanımız…''



Dorukta bir düzlüğe çıktık. Yemyeşil. Muharrem Ertaş söylüyor: ''Kalktı göç eyledi Avşar elleri, Ağır ağır giden eller bizimdir.'' Kırlangıç benzeri bir kuş, bir görünüp, bir kayboldu. İçerisi  koktu. ''Bir yerde insek'' diye düşünürken, ''İhtiyaç molası!'' dedi şoför. Bir kulübeye yanaştık. Üstünde bilmem kimin hayratı yazılı bir çeşme. Yanında, iki kütüğe bir tahtanın çakılmasından oluşmuş, basit bir sıra. Çeşmede  zincirli bir tas. Kana kana su içtim. Önümde tavşankanı bir çay. Yukarısı orman. Orman ama ne orman! ''Ağacın en soylusu çam'' diye düşündüm. Heybetli şövalyeler gibi yan yana dikilip kalmışlar. Tanrı gazaba gelmiş de hepsini ağaç edivermiş sanki. Sallanıyor, sallandıkça da yürüyorlar... Korkulu, hoş fanteziler sardı içimi. Sardıkça da çocukluğuma götürdü beni. Çocukken edindiğimiz tatlı korkulara. O sisli, yaldızlı zamana gitmek için neler vermezdim ki... Aklıma Nazey Teyzem geldi. Astımlı, kadife sesiyle masal anlatan üvey teyzem. Üvey deyince anısına saygısızlık etmekten korktuğum o güzelim insan. Etrafını alır ''Anlat'' derdik. O, gri saçlarını düzeltir, uzağa bakar, derin derin solurdu.

''Taze bir gelindim o zamanlar. Yaz geldi mi çöl olurdu buralar. Sıcaktan, sinekten geçilmezdi. Kurtlu bir çaykaradan getirirdik suyumuzu. Tas tas, avuç avuç... Bataklık, sazlıktı. Cin, canavar, kurt, kuş ne desen vardı. Tutdağı'ndan Mizmilli'ye zurba zurba domuz akardı. Tee Gavurgölü'nden gelirlerdi. Çetesi, eşkıyası boldu. Biri gider, biri gelirdi. Birinde kırk adamıyla Hasan e Xaççe* geldi. Anca Sağırdaşı'ndan askerler gözüktü. Bir kıpırtı bir heybele... Tüfeğini alan koptu. Ziyarettepesi'ni ulur gibi çıktı eşkıyalar. Onlar oradan, bunlar buradan, habire mavzer sıktılar. Toprak desen başa belaydı. Kır bor, beş on dönüm ekilir, ekilmezdi. Gözleri büyür, karınları şişer ölürdü çocuklar. Annenin ilkiyle kızım Aslı'yı aynı anda yitirdik. Biti, piresi çoktu. Yara bere içinde kalır, şirin canımızdan bezerdik. Ah o günler! Ardına bakmayası günler.

Baharda yaylaya çıkardık. Engizek, Koçdağı, Nurhak... Her köyün bir yurdu, her çadırın bir yeri olurdu. Bizim yaylamız Yaşıl'dı. Yaşıl; çeminde pınarların, etrafında dağların, dağlarında kekliklerin öttüğü cennet gibi bir yerdi.

Göçle gelir, dönerdi erkekler. Ekini biçer, harmanı döver, samanı, zahireyi içeri kor, öyle gelirlerdi. Buz gibi sulara, bitsiz, piresiz uykulara, yavuklu, karılı yataklara can atarlardı. Yedikleri neydi ki, bulgurdu, katıktı. Sehelde katık da olmazdı. Pekmeze su katar içerlerdi. Hortlağa döner, öyle gelirlerdi.  Bizim köyden Kara Alo'nun ekini boldu. Fukara hep geç gelirdi. Birinde işini bitirip çıkmış. Gün batımı Nacar'a varmış. Ay doğmuş, ışıl ışılmış. Yol almış, mezarlığa getirmiş onu. Mezarlıktan korkarmış Alo. En çok da Türk mezarlarından. Zoraki bir gülmeyle ''Onlar da bizimkilerden...'' demiş. Sonra ''Saçma, korkacak ne var ki'' deyip sürmüş atını. Birde ne görsün, yolun ortasında çırıl çıplak bir oğlan ağlamasın mı? ''Ulaa, unutuklar'' demiş. ''Vah yavrum vah, gel terkime alayım seni'' demiş. Gölgesi uzadıkça uzayan, kavak, dut ve yaban armutlarının hışırtısını, derenin şırıltısını, böcek cırıltısını dinliye dinliye gelirmiş. Saptan, samandan, sehelden kurtulmanın hafifliğiyle... Gökte hazaran yıldız… Karısını düşünmüş, dünya güzeli ''Cankori'sini'' Eli kulağında bir türkü tutturmuş:

          aşey, aşey, aşey, aşey………..eyşe eyşe eyşe eyşe

          ivan soyundan Aşey,…………eyşa yüwanè

          kepirlerin gülü Aşey,…………gula kepiranè

          bayırlarda bir xazal,…………xezala diwané

          aya karşı doğan………………..stewrika kavırangirané

          venüs yıldızısın Aşey…………...le hember heyvanè



          aşey, aşey, aşey, aşey..................eyşe eyşe eyşe eyşe,

          yuvan soyundan aşey...................eyşe Yüwane

Daha türküsü bitmeden yere ilişir gözü. Ne mi görse iyi! Terkisindekinin iki kat büyüdüğünü ve de ayaklarının yerlerde süründüğünü… Neredeyse altına edecekmiş. Sonra aklına bir cinlik gelmiş. Kollarını ardında birleştirip oğlanı sıkmaya başlamış. O anda da aklına Topal Kıro'nun öğüdü gelmiş. ''Ya sen korkuyu yeneceksin, ya da o seni.'' Başlamış arkasındakini sıkmaya. Sonra birde bakmış ki, elinde bir yannık.  ''Vay hınzır don değiştirdi, aklınca beni uyutacak'' demiş. Dere, kıvrılıp da, kaynağına doğru yükselince, Alo da çaresiz vurulmuş suya. O anda da kaybolur elindeki... Bir de bakar ki, karşı kıyıda kavak gibi biri... Baştanbaşa kemik. Taklatır durur çenesini. Uzansa, Alo'yu da, atını da alırmış ya almamış. O zaman Alo, bir cinle geldiğini anlayıp titremiş. Korkudan dudağı çatlamış. Aynı anda da dile gelmiş cin: ''Git insanoğlu git, suya dua et!''

Masalın büyüsüne kapılır, korka korka sorardım.

''Teyze, cinler neden suya vurulmaz?''

Gözleri kapalı, kıs kıs gülerdi o.

''Bilmem ki kurbanım. Su tılsımlarını bozarmış ''

 Ormanın kıyısında, tellerin gerisinde bir sürü ceylan... Yayılıyor

duruyor, kaçıyorlar… Yanımdakine sormadan edemedim.

-Adı ne buranın?

-Eşek Meydanı, dedi sırıtarak.

Ben de güldüm. Bir çakal pavkırdı. Sürüyle kuş geçti üstümüzden. Sigarasını atarken ''Yolcular otobüse!'' dedi Şoför.

Otobüse binerken yanımdaki bir şey unutmuş gibi omuzuma dokundu.

-Kardaşlık sen niye burdasın?

-Sürgünüm dedim, gülümseyerek.

Sert bir korna... Kuşlar uzağa, ceylanlar ormana daldılar. Kaç tepeyi, kaç dönemeci aştık bilemedim. Andırın'ın ışıkları gözüktü. Dört saatlik yolumuz bitmek üzereydi. Bulutlu bir havada yıldızlar nasıl silikse, sürgün yerim de öyle...



Ali Rıza Aksın

''Kırmızı Fare'' adlı romandan



*Kartalakaya: Baraj

*Hasan e Xaççe: Yöresel, ünlü bir eşkıya.

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

04/20/2024 - 16:37
03/31/2024 - 21:39
03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...