Devrim onun içine sığmıştır da o devrime sığmamıştır

Haydar Karataş kullanıcısının resmi
Muzaffer Oruçoğlu üzerine yazmam söylenince kendime bir Oruçoğlu okuma kılavuzu hazırladım. Yüzlerce makalesini, on kadar romanını yeniden taradım. Bazısını hatırlamak için okudum, kimini ilginç buldum baştan sona ilgiyle okudum. İyi de, şimdi hangi Oruçoğlu’nu yazacağım, dedim. Romancı Oruçoğlu mu, eksik kalır yetmez.

 
Ressam Oruçoğlu mu? Fena olmaz, onun en çok severek yaptığı şey resim. Resim insanoğlunun sesten sonraki ilk konuşma dilidir de. İnsanlık mağara duvarlarına çizdiği şekillerle hem bugünün yazı dilini bulmuş ve hem de günümüzün sanat dilini keşfetmiştir. “İyi de günümüz ressamı aydınlanmanın neresinde durur”, dedim ve durdum.

Şair ve devrimci Oruçoğlu da var. Oruçoğlu, bir söz ve kelime ustası ama şairliğini beğenmemiş. Oysa İbrahim Kaypakkaya’ya dair yazılmış en güzel şiirler ona aittir,

“ne güzel öğrenmişsin ustaca söylemeyi, ölümü hiçe sayıp gülmeyi...”

Tabii benim dünyama Oruçoğlu ne devrimci olarak girmiştir ve ne de ressam, ben onu “Tohum” romanı ile tanıdım. Tohum devasa bir 68 kuşağı romanıdır, naiftir. Sosyalist Gerçekçi edebiyatın “ideal” devrimci insan tipi ve “olumsuz” burjuva insan tipi üzerinde şekillenmez. Devrim için dağa çıkmış, fakirlik içinde, aç sefil oradan oraya giden romantik üç dört gencin hayatı. Onun “Dersim” adında da bir romanı vardır, ancak bana göre esas onun Dersim romanı Tohum’dur.

Edebiyatımızda doğrudan Dersim insanını tarif eden ilk edebi eserdir. Tohum Dersimlileri ötekileştirmeden, Dersimliyi Dersimli olarak anlatır. Dersim insan tiplemeleri ilk onun bu romanında görülür. Kemal Bilbaşar’ın “Cemo” ve “Memo”su, Mustafa Yeşilova’nın “Kopo” romanları Türk Dil Kurumu ve Milliyet roman ödülleri almıştır, ancak yazım dilleri tamamen devletin Dersim’i söylemi içindedir. Tarif edilen insanlar Dersimlilere benzemez, roman karakterleri halktan izler taşımaz. Bu nedenle edebi manada Tohum Dersim’e dair yazılmış ilk romandır.

Tohum’u 68 kuşağına dair yazılan anı ve anlatı geleneğinden ayıran en büyük yan da budur. Oruçoğlu’nun anlatısında sadece devrimcileri görmezsiniz, günlük hayatta işinde gücünde olan insanlara dokunursunuz. Halkın yaşayış tarzını, fakirliklerini, içlerine gelmiş bu yeni söyleme bakışları görülür. Bu tuhaf bir şeydir.

Dersim içe kapalı bir toplumdur, o tarihe kadar dışarıdan gelip Dersim’i içten anlatan bir yazın yoktur. Devlet erki vardır, ancak halk başka bir dünyada yaşamaktadır. Tohum, bu açıdan da önemli bir tanık romandır, Dersimlilerin dışarıdan içlerine gelmiş bir fikre ve politik bir grupla tarihte kurduğu bu ilk ilişki konuşulmaya değerdir.

Muzaffer Oruçoğlu üzerine yazmak pek çok açıdan zordur. Şairliği, romancılığı, ressamlığı onun İbrahim Kaypakkaya’nın arkadaşı olması nedeniyle gölgede kalmış gibi gelir insana, ya da yan yana anılmıştır. Bu Türkiye gibi ülkelerde okuma kültürü nedeniyle okuru sınırlamaktadır.

İyi de sahiden öyle midir? Hem hangi edebiyatçı, ressam, şairin politik bir çevreyle (ki her siyasal çevreyi küçük devlet modeli olarak ele alın) kırk yılı geçkin bir birlikteliği olmuştur? Oruçoğlu’nu yakından takip edince bir birliktelikten ziyade, Severin ile Wanda arasındaki mistik ilişkiyi görürsünüz. Yani garip bir aşk, birbirlerini hem severler ve hem de döverler. Bundan derin de bir zevk alırlar.

Hepsi ona karşıdır ama aynı zamanda ona tutkuyla bağlılar. Onun bu çevre ile ilişkisini izlerken, acaba önlerinde duran bir put mudur yoksa onları ileriye taşıyan bir aydınlanma lambası mıdır dediğim çok olmuştur.

Oruçoğlu ile tanışmam
Oruçoğlu ile 2003 yılında hapishaneden çıktıktan sonra kaçtığım İsviçre’de tanıştım. O zamanlar kuzey Zürih’te, şehrin dışında bir kanalın kenarına inşa edilmiş küçük bir tahta barakada kalıyordum. Kaldığım sığınmacı kampının yakınında 1980 yılında hapishanede yatmış 80 devrimcilerinden Elif adında bir kadın otururdu. Oruçoğlu ile aynı geçmiştendi. Onun evine gelmişti, akşam beni de çay içmeye davet ettiler. Gittim, Elif’in evinde kitap rafını kendine sırt almış, karşısındakileri dinliyordu. O konuşurken gözüm hep arkasındaki kitap rafındaydı. Kitap rafının üst sırası Karl Marks’ın kalın kalın kitaplarına ayrılmıştı, o kitapları kendine yastık yapmış uzun bir Lenin serisi duruyordu. Kara ciltli, yaldızlı harflerle ‘Lenin Seçme Eserler,’ Cilt l. Cilt ll.... Cilt Xll., diye gidiyordu. Alt sıra kırmızıydı. Stalin, “Seçme Yazılar”. Aslında gördüğüm bu kitap rafı dizimi en az Oruçoğlu’nun konuşmaları kadar ilginçti. Sonradan gittiğim evlerde Avrupa’ya kaçmak zorunda kalmış her devrimcinin kitap rafı üç aşağı beş yukarı böyleydi. Üst rafın başında Markslar, onu Engels, Lenin, Stalin kitapları takip ederdi. Ama bu rafların orta kısımları karışıktır, daha altlarda yeni hayatlarının izleri görülür. Yarım yamalaktır, dil öğrenme setleri! Kitaplık orada yarım kalmıştır. Ya rafın sahibi hasta düşmüş ya da yeni hayat serüveni onu yok etmiştir!

Bu rafı izlemekten Oruçoğlu ne konuştu hatırlamıyorum, ama eve sürekli yeni birileri geldi. Kitap rafına, rafın önünde oturan Oruçoğlu’na, onun el kol hareketlerini hatta yer yer utanmaya kadar varan çekingenliği o kitap karmaşası ile birbirine karıştı.

Ve nasıl olduysa yeni gelen insanlardan birileri,

“Bu ev dar,” dediler ve bizi apar topar arabalara bindirip 30 km kadar uzaklıktaki Winterthur şehrine götürdüler. Koltuklar, yer minderleri eski devrimcilerle doldu taştı. Muzaffer’i orta yere oturttular ve amansız bir kavga başladı aralarında. Önce afalladım, misafirlik denen bir şey var dedim. Her taraftan taş yağdı başına, burnundan vınlayarak konuşan Oruçoğlu gelen bu taşları, burnuna konmak isteyen sineklermiş gibi savdı ve anlamadığım bir şekilde Oruçoğlu’nu taşlayanlar onun nasıl inlediğini dinlemeye koyuldular. Yani, bu kadar dövdük bakalım canı acımış mı, dediler.

Şunu fark ettim, Elif’in evinde kitap rafının dibinde oturan o çekingen adam, canlanmış kendine gelmişti.

Derin bir tebessüm geçti içimden, dedim demek ki bunun tarzı da bu. Kamçıyı seviyor, kamçılandıkça düşünme yeteneği gelişiyor. Bundan derin de bir zevk alıyor. Başka bir şey daha fark ettim, üst üste gelen taşları seçip istiflemiş, okkalı taş atanları sıralamış. Onları daha çok sevmiş. Gittiğimiz bu evde konuşmalar gece saat ikiye kadar sürdü, ertesi gün İbrahim Kaypakkaya anması vardı. Zürih merkezde sendika binasının mavi salonundaydı toplantı. Gittiğim bu evde kurulan platformun aynısı bu salonda yapıldı. Fransa ve Almanya’dan dahi onu dinlemeye gelenler vardı, onu kamçılayan ancak bir süre sonra kamçıyı ona kaptırıp onun darbeleriyle haz alan bir hayran kitlesi...

Oruçoğlu’nu konuşturmak için usul usul kaşımak lazım, derim. Olur da karşılaşırsanız kaşıyın korkmayın yaraları kanasın ve sonra da karşısına geçip dinleyin. Hiç duymadığınız hikâyeler, hayatlar duyarsınız. Garip mistik fikir alemlerine dalarsınız.

Ama Oruçoğlu’nu, Oruçoğlu yapan edebiyattır. Onu edebiyatçı olarak dinlemenizi isterim. O karşılaşmamızdan bir kaç gün sonra onu Zürih’te ki Mozaik Kütüphanesine davet ettik, çok hoş bir edebiyat konuşması yaptı kitap okurlarıyla. Aşktan, edebiyattan, devrimci edebiyattın sıkıntılarından konuştu.
Bir edebiyatçı olarak şunu söyleyebilirim, ne yazık ki Oruçoğlu’nun edebiyatçılığı belli bir siyasi çevrenin içinde kaldı. Türkiye’deki yayıncılık kültürü nedeniyle okur bu büyük edebiyatçıyı ve sanatçıyı yeterince tanıyamadı.

68 kuşağı devrimcilerinin en belirleyici özelliklerinden biri onların sadece politik aktivist olmamalarıdır. Hüseyin Cevahir öykü yazardı, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya şiir yazar, Yaşar Kemal’i hayranlıkla okurlardı. Edebiyat yoksa, devrimci romantizm ölür, geriye kuru siyaset dili kalır. Ki, sıkılırsınız.

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...