Çocuk Köpek

Bihterin Okan kullanıcısının resmi
Suzan’la görüşmeyeli en az beş yıl oldu. Kızı 7 yaşlarında olmalı. Küçük Cana. O yıllarda hepimiz bekârdık, aramızda evli ve çocuğu olan bir tek Suzan’dı. Onun evi sığınağımızdı, orada buluşur, sabahlara kadar süren bunalım karışık sohbetlerimizi o evde yapardık. Kocası o sıra askere alınmıştı, örgüt üyeliğinden yargılanması da sürüyordu.

Sonra duyduk ki kocası askerden kaçmış, yurtdışına çıkmış. Suzan okula devam etti, Suzan çocuğunu büyüttü. Karanlık yıllardı, karanlık güçler her birimizin üzerine koca dev adımları ile abanmışlardı. Pek çoğumuzu da ezip geçmişlerdi zaten.
 
Duyduk ki bir gün, Suzan çocuğunu da alıp Paris’e kocasının yanına gitmiş. Çok sevindik, çok üzüldük, Paris uzaktı, Paris güzeldi, Paris özgürlüktü, Paris Suzan'dı şimdi, Paris öksüzlüktü.
 
***
 
Bense Paris’i hiç merak etmemiştim, Berlin’i de merak etmemiştim, Amsterdam’ı, New York’u da.
 
***
 
İstanbul. Daha keşfedilmemiş ne güzelliklerin vardı.
Eğer sen nankör olmasaydın, eğer sen de Paris kadar kucak açabilseydin sevda öksüzlerine.
Yüreğini biraz açabilseydin bana, biraz sıcak olabilseydin, koynuna alabilseydin beni.
Ama sen adeta bir orospu gibisindir, çekersin kendine, iç geçirtirsin karşındakine, sanki seni elde etmek çok kolaymış gibi gelir, sonra hızla dönersin arkanı ve çeker gidersin başkalarının kollarına, başka sevdalara.
Geride kalan yıkıntı mı, acı mı? 
Umurunda bile değildir artık İstanbul.
Ben de seni terk ettim nihayet. 
Suzan gibi.
Üç yıldır bu kentin peşinden koşturuyorum.
Ama sevdalanmadan.
Hep bırakıp gidecekmiş gibi.
Terk edilemem artık.
Terk eden ben olabilmeliyim bundan böyle.
Bu kadar sevda kırıklığı yeter.
 
***
 
İstanbul’dan kopartılan sevgilim ve burada doğan küçük kızımla şu çirkin, çok katlı blokların üst katlarındaki bir dairede yaşıyorum. Ne kadar çok insan yaşıyor şu bloklarda. Küçük bir kentin nüfusuna yakın olmalı. Üst üste, kutu kutu, kutucuklar.
 
***
 
Suzan geliyor bugün. İstanbul geliyor yani. İstasyona onu karşılamaya giderken, düşünüyorum da, sana özlemim ne çok artmış. Ne çok. Hangi çay bahçende oturalım bugün,  hangi kitapçına uğrayalım? Hangi sokağından geçerken peşimize takılan sapığını kovalayalım? Söyle İstanbul.
 
***
 
Büyük blokların arasındaki geniş yoldan, otoban tabelasının gösterdiği yöne doğru giriyorum şimdi. Artık bahar geldi, yolun kenarından başlayıp giden derin yeşil orman, gökyüzünün mavisine kafa tutuyor sanki.
 
Suzan geliyor. Birlikte yapacaklarımız geçiyor gözümün önünden. Çocuklarımızla gezeceğiz Köln’ü, aşık olacağımız cafeler arayacağız, kitap çalacağımız kitapçılar.
 
***
 
Arabayı park edip büyük kubbeli istasyona giriyorum, enformasyondaki büyük tabeladan, Paris trenin varış saatini buluyorum,  “gecikmeli” yazıyor, 5 dakika.
 
5 dakikanın ne önemi olabilirdi, biz zaten zaman ıskalayıcıları değil miydik? Suzan geliyordu, hatta bir nebze İstanbul.  Varsın gecikmeli gelsin Suzan şimdi, yeter ki gelsin de. Zamansızlık doğumlu çocuklar değil miyiz biz? Geniş geniş zamanlarda küçük, dar yürek girdaplarındaki kıvranmalarımız değil mi bize ait olan? Bırakalım ötedeki uygarlık dakika yitirişlerine ağlamaklı olsun, kristal gözyaşlarımız hep daha sıcak sarmalar bizi zamanı ıskalayışlarımızda.
 
***
 
Sarılıyoruz, saçları uzamış, yine salaş, yine Suzan, bir tek İstanbul kokmuyor, “kız” diyorum, “Paris, Paris kokuyorsun sen”. “Al sana” diyor “İstanbul, biraz iyot, biraz egzoz kokusu, ama ihanete uğradık biz, sen istediğin kadar ''terkedilmedim'' de, İstanbul terk etti bizi, senin saçlarına da Kölnlü bir mültecinin kokusu sinmiş. Bu şehirler bizi sevdi, neden yüreğimizi bunlara açmayalım? Hadi gezdir bana bu kenti, sevdir bana kentini. Aşk olsun bunun adı, aşkını anlat bana, tıpkı eski günlerdeki gibi ucuz şaraplarımızla ağlamaklı dinleyeyim seni. Hadi Dostum, ben hoş buldum, “Hoş geldin” de bana.
 
***
 
Suzan’la geceler boyu konuştuk, sabahlara kadar. Gündüzlerimiz de konuşarak geçiyordu, ama Cana ile Sıla’nın yıldızları barışmamıştı. Cana, Sıla’yı kıskanmıştı, Sıla oyuncaklarını paylaşmak istemiyordu Suzan’la birlikte ikisini yakınlaştırmak için elimizden geleni yapıyorduk ama nafile. İkisi de çok zor kızlardı. Hâlbuki İstanbul’da ne çok kurardık bunun hayalini, çocuklarımız olacak, birlikte büyüyecekler, onlar da birer can dost olacaklar. Olacaklardı tabii. Bu iki canavar şimdi, sadece bizim için çok özel olan şu anları ellerinden geldiğince kavga çığlıkları ile dolduruyorlardı, sanki bile bile yapıyorlardı bunu. Ama yıllar sonra can dost olacaklardı, ya da can dostları olacaktı herbirinin. Bizim çocuklarımızdı çünkü onlar.
 
***
 
Bugün hava çok güzeldi, dünkü havuz maceramızdan sonra, yorgunduk, bugünü yakındaki çocuk parkında geçirmeye karar verdik.
İlerideki bloğun altındaki tünelden geçip çocuklar için ayrılmış olan oyun alanına girdik. Sıla bezden kocaman olmuş poposu ile kovasının içindeki kum oyuncaklarını döke saça kum havuzuna koşturdu. Cana ise kendisine bir kum küreğini bile vermeyen Sıla’ya öfkeli, yere düşen oyuncaklara bakmadı bile, az ilerdeki kayağa yöneldi.
Suzan’la kum havuzun hemen yanındaki alçak banka oturduk. Şu anda çocukların ikisinin de keyfi yerinde idi, Sıla kumu kazıyor, kovaya doldurduğu kumları kürekle kalıplara aktarıyor, kumdan dondurmalar imal ediyordu. Cana kayağın altında yeni tanıştığı aynı yaşlardaki bir çocukla konuşuyordu. Türk kızıydı bu, annesini buralarda tanıdığım bir çocuk. Az gelişmiş ülkelerden gelen insanların ve gelir seviyesi düşük Almanların yaşadıkları bir semtti burası. Kısaca getto dediklerimizden. Bu insanlara koca bir havuz yapmışlardı, “kabul, yaşayın bu ülkede, ama sadece burada bu alanda, istediğiniz gibi, oradan çıkmayın da ne yaparsanız yapın” diyorlardı.
 
***
 
Tütün paketini çıkardım, ince sigara kâğıdını parmaklarımın arasına yerleştirdim, bir tutam tütünü itina ile kâğıdın üzerinde yayıp, yuvarladım, artık sigara sarmayı öğrenmiştim, Suzan “bir tane de bana sar” dedi. Aslında Gitane içiyordu, ama buraya geldiğinden beri benim daha hafif olan tütünüme dadanmıştı.
Şimdi artık nerede kaldı isek oradan, hiç başlamamış gibi ve hiç sona ermeyecekmiş gibi dinlemek, konuşmak, susmak, konuşmak, geriye gitmek ileriye bakmak, ama döne döne şu anı birlikte olabilmeyi başarabildiğimiz şu anın, o lezzetli tadını yarın ve ötede duyumsayabilmek için konuşmaya hazırdık.
 
Kum havuzunda Sıla’dan başka çocuk yoktu, biraz sonra 12 yaşlarında sarışın bir erkek çocuk geldi, Sıla’ya birlikte oynayıp oynayamayacağını sordu. Cana ile oyuncaklarını günlerdir paylaşmayan Sıla, çocuğun yaşının büyüklüğünden midir, bilmem, kafasını “evet” anlamında salladı. Bu kadar büyük bir çocuğun gelip benim 3 yaşındaki kızımla havuzda oynamak istemesi dikkatimizi çekmişti. Suzan’la sohbet ederken ikimizin de gözü çocukların üzerinde idi.
 
Birazdan çocuğa nerede oturduğunu sordum, başını geriye doğru çevirdi, ilerideki bloğu gösterdi. Yeşil gözlerinin iriliği etkileyici idi, bir at yelesi gibi uzamış uzun düz sarı saçların tonu ile gözlerinin renk uyumu beni etkilemişti. Suzan’a usulca “Ne güzel bir çocuk değil mi?’’ dedim, gülümseyerek.
 
Üzerinde ince, kırmızısı yıkanmaktan solmuş bir tshirt vardı. Suzan “ne kadar eski bir şey var üzerinde”dedi. Tshirt yer yer delikti, altında sentetik kumaştan bir eşofman vardı. Sandaletleri de ayaklarına büyük gibiydi.
 
Çocuk şimdi Sıla’nın kürekle kazmaya çalıştığı çukuru kazmaya çalışıyordu. Ama bunu yaparken kürek kullanmaktan vazgeçmişti. Sağ elinin parmaklarını avucunun içine doğru yuvarlaklaştırmış, biteviye kazıyordu. Her el hareketinde çıkan kum kürekle çıkaracağından daha azdı, ama bu hareketi o kadar seri yapıyordu ki, kürekle çıkardığından daha fazla kum çıkarmıştı.
 
“Ne yapıyorsun? “
“Burada çakımı kaybettim, onu arıyorum” dedi gözlerini çukurdan ayırmadan.
 
“Neden kürekle kazmıyorsun” 

Bu arada Sıla yanıma gelmiş, elimden bisküvi alıyordu.

''Sen de ister misin?” 
 
Çocuk hemen iki eli kumda, dizlerinin üzerinde emekleyerek yanımıza yaklaştı.

“Ellerin çok kirli, nasıl yiyeceksin?”

Sıla’ya yaptığım gibi ona da bisküviyi bir kâğıt parçasına sarıp vermek istedim. 
 
Bisküviyi hızla elimden kaptı ve olduğu gibi ağzına attı.
 
İsmini sordum. 

”Kevin”

Kevin. Alman gibi değil de sanki çok iyi Amerikan İngilizcesi konuşan biri imiş gibi telaffuz etti bunu. 
“Kevin”  Acaba kaç tane çocuğa “Kevin” adı verilmişti bu çocuğun doğduğu yıllarda?
 
Kevin bisküvi paketine uzak olmak istemiyordu anlaşılan,  beşinci bisküviyi de aynı süratle yedikten sonra, bu kez bize daha yakın bir mesafede kazıyordu çukurunu. Yine elini pati yaparak, yine aynı hızla.
 
Suzan “ben bu çocuğu çok sevdim, niye yaşıtları ile oynamıyor acaba?” dedi. Elini uzattı, çocuğun sarı saçlarını okşadı.
 
Çocuk, eli ile yaptığı kum kazma işine öylesine yoğunlaşmıştı ki, Suzan'ın elini önce fark etmedi.  Sonra aniden boynunu önce öne doğru indirdi, sarı yeleli kafasını çevirerek Suzan’a döndü. Bu arada elleri önünde ve yine dizlerinin üzerinde emekler biçimde duruyordu. Suzan’la göz göze geldi, ama gözleri sanki kaymış gibiydi, Suzan’ın ona dokunduğunu hissettikçe hafifçe geriliyor ve ağzından hırlama benzeri sesler çıkıyordu. Sonra bir an sesi iyice kısıldı, birden havlamaya başladı. Kafasını yukarı, gökyüzüne doğru çevirmiş, aynen bir köpek gibi havlıyordu ve giderek ses ulumaya dönüşmüştü.  Gözleri kaymıştı. Sevildiğinden memnun bir köpek hazzı idi gösterdiği. Bir köpek, küçük, yavru bir köpek gibi neşe ile dizlerimizin dibinde zıplamaya başladı.
 
İkimiz de ürkmüştük. Çocuk, köpek çocuk oluvermişti.  Böyle bir şey daha önceleri hiç duymamıştım, Suzan’la göz göze geldik, donup kalmıştık, nihayet Suzan korkuyla çekmeye çalıştığı ama bir türlü çekemediği elini, çocuğun başına koydu. Kevin, kısık kısık havlayarak Suzan’ın elini yalamaya başladı. 
 
“Nedir bu Suzan” dedim korkuyla.
 
***
 
12-13 yaşlarında olmalıydım. Bir kiraz ağacına tırmanmıştım, beni çekebilecek dallardan birine keyifle oturmuş, kirazları bir yandan toplayıp sepete atarken, bir yandan da atıştırıyordum. Dallardan birinde bir sürgün ilişivermişti gözüme. Kiraz yapraklarına benzemiyordu sürgünün yaprakları. O dalı koparmış, ağaçtan aşağıya atlamış, asma kütüklerinin diplerini çapalayan nineme koşturmuştum, heyecanla. Ninem dalı eline almış, evirmiş çevirmiş, “yavrum, hasta olmuş ağacımız” demişti. Çok üzülmüştüm, ama üzülmenin ötesinde benliğimi anlayamadığım tuhaf bir duygu kaplamıştı. Kiraz ağacımın doğasını bozan bu sürgün ürkütmüştü beni.
 
***
 
Şaşkınlığım bir nebze olsun geçtikten sonra, “Kevin” dedim, “okula gidiyor musun?” 

Gidiyormuş, genellikle öğrenme zorluğu çeken çocukların gittiği özel bir okula gidiyormuş.
 
“Arkadaşların var mı peki?” 

Arkadaşının adı “Momo” imiş. 

Güldüm, “Nasıl isim o Kevin?”.
 
Momo, Kevin’in köpeğinin adı imiş.

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

04/20/2024 - 16:37
03/31/2024 - 21:39
03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...