Bu pek klişe hayalimi gerçekleştirmek üzere zihnimi harekete geçirdim. Varlık, cevher, görünüm, özne-nesne, hakikat, zaman... biraz bekleyebilirdi. İlk önce Berkeley’ci bir yaklaşımla farelerin varlığını yok saymalıydım. Gel gör ki ben Berkeley’ci olsam da fareler öyle değildi. Ben onları görmezden gelsem de onlar beni görüyordu. Ben onları yok saysam da onlar kendilerini var sayıyordu. Gözlerimi kapayınca yok oluyorlardı, açınca yine oradaydılar. Berkeley “varolmak algılanmaktır” diyor madem, sadece benim değil, yeryüzündeki tüm insanların hep beraber, farelerin varlığını yadsımaları gerekiyordu ki, bu da deveye hendek atlatmaktan daha zordu. Evet, duyularımızı kapatınca yok olsalar da oradaydılar. En iyisi Schröndinger’in kedisini üzerlerine salmaktı! Ama var mı yok mu, sağ mı ölü mü olduğu belli olmayan bir kedi ne yapabilirdi ki! "
Lilith kim mi? Anlatayım. Lilith, bakıp büyüttüğümüz sayısız muhabbet kuşlarından biridir. Ama en meşhuru! Yayla’nın gözdesi olan bu tatlı kuş, fırsatı bulur bulmaz kaçmış ve bir ay sonra koğuşa geri dönmüş tek muhabbet kuşudur. Yayla, bu vefası nedeniyle onu hep Hejir ile kıyaslayarak övdükçe över.
Hejir ise Yayla’nın büyük emekleri sonucu konuşmayı sökmüş ve bir bahar günü, Yayla’nın omuzunda dolaşırken göğe doğru kanatlanmış ve kendisinden bir daha haber alınamamış bir hain Domdom, hayırsız, vicdansız bir evlattır.
Yayla günboyu Hejir’in kulağına öğretmek istediği sözcükleri durmadan fısıldardı. Zavallı kuşcağız bu bitmek bilmez tekerrürden bıkmış olmalı ki, iki heceli bir “cikcik” sesiyle işkenceden kurtulmayı başarmıştı. Yayla’nın sevincine diyecek yoktu. Hejir konuşuyordu! Hem de bülbül gibi.
“Oyy! Hejircan! Hadi ‘Yayla’ de!”
“Cikcik”
“Oy ben senin Yayla diyen dillerine kurban olayım. Hadi ‘aşkım’ de”
“Cikcik”
“Aferin! Maşallah bülbül, bülbül! ‘Rojbaş’ de”
“Cikcik”
“Ha bir de İngilizce söyle! ‘Good moorning’ de”
“Cikcik”
Hejir firar etiğinde, Yayla sanki biraz daha uğraşsa kuşcağız dünya çapında bir filolog olacakmış gibi hayıflanmış, verdiği emeklere lanet etmişti.
Hejir’i hatırlatarak Yayla’yı gıcık etmek istedim.
“Lilith’le beraber Hejir’i de anlat bari!”
“O haini, o vefasızı yazmam ben! Onca eğitimden sonra gitti. Sokak kuşu oldu. Dinle hele. Lilith’i anlatacağım romanda. Ama kimse onun bir kuş olduğunu bilmeyecek”
“Vay, vay! Peki sen, Lilith uçtu gitti, diye yazınca anlamayacaklar mı kuş olduğunu?”
“Nıç. Sadece, Lilith gitti, diyeceğim”
“Ee? Bu duvarları nasıl aşmış olacak? Okuyucu onu fantastik bir kahraman olarak algılayacak”
“Nıç, nıç! Senin de kafan hiç çalışmıyor. Onun bir kuş olduğunu hem bilecekler hem de bilmeyecekler! Çok ilginç bir roman olacak.”
“Az bilmek çok bilmek tamam da, hem bilmek hem bilmemek nasıl olacak? Bence yazarın bir tahtası eksik. Diyecekler"
“Tam tersine tahtası fazla, diyecekler!”
“Bu aralar klasik müzik dinle radyodan. Zekayı geliştiriyormuş”
“Beni geri zekalı yapıyor klasik müzik”
“Bence resime devam et”
“Evet. Birkaç fare resmi çizip başucuna asayım!”
“Aman! Çok komik!”
“Bana komik”
Yayla’nın bu son sözleri üzerine felsefik derinliklere dalmak için pencerelerimi dünyaya kapattım. Öncelikle şu fare fobimden kurtulmalıydım. Felsefeden aman diledim. Çare oradaydı. Her şey zihinde başlayıp zihinde bitiyordu. “Aslında kaşık yok” deyip önce kaşığı bükmeli sonra fare yok deyip fareciği kuyruğunda tutup fırlatmalıydım. İşte o mertebeye vardığımda kuyruğundan tuttuğum gerçek bir fareyi Yayla’ya göstererek “Beni tandın mı? Ben o pembe süngerle korkuttuğun kadınım!” deyip üzerine doğru atabilecektim. Bu pek klişe hayalimi gerçekleştirmek üzere zihnimi harekete geçirdim. Varlık, cevher, görünüm, özne-nesne, hakikat, zaman... biraz bekleyebilirdi. İlk önce Berkeley’ci bir yaklaşımla farelerin varlığını yok saymalıydım. Gel gör ki ben Berkeley’ci olsam da fareler öyle değildi. Ben onları görmezden gelsem de onlar beni görüyordu. Ben onları yok saysam da onlar kendilerini var sayıyordu. Gözlerimi kapayınca yok oluyorlardı, açınca yine oradaydılar. Berkeley “varolmak algılanmaktır” diyor madem, sadece benim değil, yeryüzündeki tüm insanların hep beraber, farelerin varlığını yadsımaları gerekiyordu ki, bu da deveye hendek atlatmaktan daha zordu. Evet, duyularımızı kapatınca yok olsalar da oradaydılar. En iyisi Schröndinger’in kedisini üzerlerine salmaktı! Ama var mı yok mu, sağ mı ölü mü olduğu belli olmayan bir kedi ne yapabilirdi ki!
“Ne o? Ne düşünüyorsun öyle kara kara?” diyen Gülistan Ana’nın sesiyle kendime geldim. Peki ben zaten kendimde değil miydim? Giden ben isem kalan kimdi? Ve en mühim soru; Yayla ne ara tüymüştü?
“Fareleri! Yok, yok şeyi düşünüyordum, Gülistan Ana. Şeyi, hayatı. Evet hayatı, varoluşu düşünüyordum, Ölümlüyüz ya, kısa bir ömüre sonsuzluğu sığdırmaya çalışıp duruyoruz. Ama mızrak çuvala sığmıyor”
“Hımm”
“Niye ölümsüz değiliz ki! Sonsuza dek yaşasak daha iyi olmaz mıydı?”
“Sonsuza dek yaşasaydık çok masraflı olurdu. Yemek, içmek, giyinmek derdi bitmezdi!” dedi Gülistan Ana tam bir ev kadını ekonomisti yaklaşımıyla.
“Tabii, Kant’ın dediği gibi aklın sınırları varsı, sonsuz bilgi öğrenme kapasitemiz de olmaz. Bazı şeyleri ne kadar uzun yaşarsak yaşayalım yine de öğrenemeyeceğiz. Mesela evrenin bir başlangıcı var mı? Varlığımız rastlantının mı yoksa zorunluluğun mu eseri? Tanrı var mı? Şey, yani var elbette! Yani şey. Hani demem o ki...”
“He, he! Sen de kafir olmuşsun!”
“Yok be canım anam. Bunlar aklın sorgulamaları. Allah’ın yeri kalptır.”
“Ama sorgulamak da bir ibadetti. Allah bu yüzden bize akıl vermiş”
“He, he, sen de kafir olmuşsun”
Bir arkadaşın “yemek hazır” demesiyle rahat bir nefes aldım. Yemeğin hazır olmasına hiç bu kadar sevinmemiştim. Gülistan Ana’nın kınayıcı bakışları altında masaya oturdum. Doğrusu bu şartlarda felsefe yapmak çok zordu. O yüzden başımı önüme eğip uslu uslu yemeğimi yemeye koyuldum. Tabakta duran balık lezzetliydi. Nasıl bir hayatı olmuştu acaba? İnsanlar gibi ölüm bilincine sahip olmaması bir şans mıydı? Şanssızlık mı? Ya felsefe? Biz insanlar ölüm bilincine sahip olduğumuz için felsefeye muhtaçtık. Peki balık neydi? Şu an ölü bir halde tabakta duran balık ile aklımdaki balık ideası veya tümeli arasında nasıl bir bağlantı vardı? Balık ölse de balık ideası sonsuzdu. Aklımda olduğu gibi durmaya devam ediyordu. O halde gerçek olan, hakiki olan balık ideası mıydı? Dünyada fani, yani gerçek şeylerin yanısıra bir de her birinin ideaları vardı. Dahası rüyalar, imgeler, ideaların ideaları, ikinci, üçüncü doğalar vardı.
Ah ne kadar ağırdı şu zavallı dünyacığın yükü. O an ta derinden pek acıdım mavi gezegenimize. Dile gelse nasıl da feryat ederdi garibim. Bir an zihnim bir okyanus hissiyle açıldı ve ruhum dünyanın ta kendisine dönüştü. Ben oldum dünya dünya oldu ben!
Masadakilerin şaşkın bakışları altında. Şu dizeler döküldü dilimden. Dünya dile gelmişti!
“Vay başıma gelen vay
Yetmiyordu sanki bunca yük
Bunca taş, toprak, ağaç, hayvan
Bunca mikrop, atom, toz, bakteri
Bir de ideaları çıktı başıma!
Şu koskoca kainatta var mı haa?
Var mı benim gibi bir hamal?
Yetmez sanki taşıdığım bunca eşyalar
Bir de taşırım idealarını hawar hawar!
Vay başıma gelen vay!”
LEYLA ATABAY
L TİPİ HAPİSHANE ALANYA - ANTALYA
I. BÖLÜMÜN SONU
DEVAM EDECEK.
ÖNCEKİ BÖLÜMLERİ DE SİTEDEN ARAMA MOTORUNDAN BULABİLİRSİNİZ.
Fotoğraf: Adil Okay