Duvar Saati

Ali Vafi kullanıcısının resmi
Bindiğim taksi pansiyonun önünde durdu. Behzat beni bekliyordu. Beni görünce seğirtti. Hızlı bir şekilde kapıyı açıp, -Gel eşyanı hemen yukarı çıkaralım. Benim işe gitmem gerekli. Dedi

Taksicinin parasını ödeyip eşyalarımı aldım. Pansiyonun dördüncü katına, Behzat'la birlikte eşyaları yürüyerek çıkardık. Asansörü yoktu pansiyonun. Ben Behzat'ı iki yıldır tanıyordum. Bundan önce de onun pansiyonunda kalmıştım. Behzat kafeteryalarda bulaşıkçılık yapıyordu. Bu işten günde 30 lira aldığını söyler, ara sıra da şikâyet ederdi. "Tabaklardan müşterilerin kusmuklarını bile temizliyorum. “derdi.
Bu pansiyon Behzat'a aitti. İran'dan gelenler bu pansiyonda çok kalırlardı. Çünkü Behzat müşterilerinden para almıyordu. Onlara yardım ediyordu. Ben görüyordum. İranlı olmayanlar da bu pansiyonda ücretsiz kalıyorlardı. Kira ödemeden çıkıp gidenlere Behzat hiçbir şey söylemiyordu. Beni de kaldığım pansiyondan attılar. Çünkü çalıştığım yerden paramı vermediler. Paramı alamayınca, pansiyon ücretimi ödeyemedim. Tam 1560 lira alacağım vardı, ama alamıyordum.  O yüzden ben de mecburen Behzat'ın pansiyonuna gelmek zorunda kalmıştım. Bu pansiyon şehir merkezine biraz uzak bir yerde olduğu için, çok kalabalık olmazdı.
Behzat gidince ben ketılı prize takıp çay yapmak istedim. Sonra valizimi açtım. Eşyalarımı boşalttım. Birkaç eşyamı da camın öne koydum. Eşyalarımın içinde benim için çok önemli olan bir eşyam vardı. O da duvar saatiydi. Bu duvar saati kol saati şeklindeydi. Ama duvara asılıyordu. Çok şık bir saatti. Ben Türkiye’ye yeni girdiğimde bu saati görmüş, çok beğenmiş ve almıştım. Saati bugüne kadar sakladım. Saatimi duvara asayım istedim. Altı ay önce de bu odada kalmıştım. O zaman duvara bir çivi çakmıştım. Baktım, benim çaktığım çivi hâlâ yerinde duruyor. Eşyalarımı yerleştirdim. Kendime çay demledim. Çay biraz demini alsın diye biraz bekledim. Bir an önce duvar saatimi duvara asmak istiyordum. Bu saatin bir özelliği vardı. Duvarda düzgün durmazdı. Ne yaparsam yapayım, biraz sola doğru eğik duruyordu. Duvarda düzgün durması için çok uğraş verdim ama ne yaparsam yapayım, saat yine eğik duruyordu. Hatta bir arkadaşımla bir gün tam bir saat uğraşmış ama yine de saatin düz durmasını sağlayamamıştık. Arkadaşım sinirlenip vaz geçti. Şu an onu hatırladım. Ama ben bu durumu bildiğim için bu sefer yanımda fazladan bir çivi getirmiştim. Duvara başka bir çivi daha çakarak, saatin düz durmasını sağladım. “Artık çay demini almıştır” dedim. Gittim kendime mutfaktan bir bardak çay alıp geldim.  Elimdeki çayla duvardaki saate mutluluk içinde bir daha baktım:
"Bugün 60 aydır ben Türkiye' de yaşıyorum. Bu süre içinde benim tek arkadaşım sen oldun. Senin varlığından çok mutluyum. Benim bütün sıkıntılarıma, gizli sözlerime şahit oldun." Dedim.
O an saatten bir ışık çıktı. Saat ayna gibi oldu. Gözlerimi silip bir daha baktım. Gerçekten saatin yüzü ayna gibi olmuştu. Hatta bir insan yüzünü andırıyordu.
-Ne oluyor bugün sana böyle? Dedim.
Saat konuşmaya başladı.
-Samet kardeş, pansiyonunu değiştirdiğin gibi, artık huyunu da değiştir. Dedi.
-Neyimi, hangi huyumu değiştireyim?
-Senin aklın başında değil.
-Neden böyle beni suçluyorsun? Ben beş senedir seninle beraberim.
- Geçmişte sen Samet’tin ama artık değilsin. Sen değiştin. Ben seni tanıyamıyorum. Sen yaptıklarının farkında değilsin. Kendi kendini unutmuşsun.
-Söylediklerini kanıtlayacak bir şahidin var mı?
-Çok şahidim var.
-Birisini söyle.
-Bir şartla söylerim. Ben konuşurken susacaksın, benim sözümü kesmeyeceksin.
Sanki bir insanla konuşuyorum gibi geldi o an bana. Uzun yıllardır kendi kendime yaşadığım için sanırım, kendi kendimle konuşmaya başladım. Birisiyle konuşmaya ihtiyacım vardı. Saate  dedim ki,
- Ben ne zaman kimin sözünü kesmişim ki?
-Söz verirsen ancak, konuşmaya başlayacağım.
Konuşmadan durmak çok zor olacaktı benim için ama yine de kabul ettim.
-Tamam. Konuşmayacağım. Seni dinliyorum.
-Dikkatli dinle beni.
Başımla ona “evet” işareti yaptım. Saat konuşmaya başladı.
-Sen Türkiye’ye neden geldiğini biliyor musun?
Sen ekinlerinin parasını aldın. 1200 lira parayla kalktın, Türkiye'ye geldin. İstanbul'da bir insan kaçaksısı, "Seni. İtalya'ya götüreceğim" diyerek paranı alıp seni dolandırdı. Sen de mecburen, Ankara'ya gitmek zorunda kaldın. Ankara'da Kızılay Çay Bahçesinde bir İranlıdan çay aldın. Onunla konuştunuz. O seni evine davet etti. Sonra o sana:
-Git sen de Birleşmiş Milletlere konsolosluğa adını yazdır. Buraya neden geldiğin hakkında bilgi ver. Mesleğini, ne iş yapabileceğini onlara bildir." Dedi.
Sonra sen inşaatlarda çalışmaya başladın. Çevrendeki, İranlılar buraya ne sebepten geldilerse, onların hikâyesini dinleyip, sanki senin hikâyenmiş gibi gidip konsolosluktakilere anlattın. Hem kendini kötü duruma düşürdün hem orada çalışan insanları zor durumda bıraktın.
Bu duruma itiraz etmek istedim.  Çok sinirlendim.
-Bir kelime konuşursan susarım.  Bir daha konuşmam.
Çayım soğumuştu.  Ömrümde ilk defa bardağımdaki çayı soğutuyordum.  Gidip mutfaktan sıcak bir bardak çay almak istedim. Saat beni durdurdu.
-Otur kalkma!
Ben de oturdum. Saat yine başladı konuşmaya:
-Sen o zaman burma bıyıklı bir adamın pansiyonunda kalıyordun.  Orada bir dağcıyla tanıştın. Dağcının anlattıklarını dinleyip, senin hikâyenmiş gibi gidip Birleşmiş Milletler Konsolosluğuna bildirdin.  Sonra bir maratoncuyla sohbet ettin. Onun hikâyesini de, kendi hikayen gibi gidip bildirdin. Sonra bir öğrencinin anlattıklarını dinledin, onun hikâyesini de kendi hikâyen gibi bildirdin. Sen Üniversite bile okumadın oysa. Diploman bile yok. Bir solcuyla konuştun,  gittin onlara "Ben solcuyum" dedin.  Biri geldi yanına, "Ben binbaşıyım” dedi.  Sen gittin, onlara, "Ben binbaşıyım." dedin.
Oysa sen engelli bir insansın. Hatta daha önce Türkiye’ye gelmek istemiştin, seni engelinden ötürü kabul etmemişlerdi. Bir gün bir şair geldi, sana şiirlerini gösterdi.  Gittin onlara, onun şiirlerini gösterip, "Ben şairim" dedin. "Oysa sen şiirden hiç anlamazsın."
Saat bana bu sözleri söylerken ben hem sinirleniyor hem de kendimden uzaklaşıyordum.  Kendimi iyice saldım. Bu saatin söylediklerini daha fazla dinlemek istemiyordum. Ama neler söyleyeceğini de doğrusu merak ediyordum. Saat konuşmasını sürdürdü:
-Senin hatalarını saymaya ne zamanım yeter, ne de pilim dayanır. Ama Ali Hamadanlı'nın hikâyesini sana anlatmak istiyorum. Çünkü o da senin gibiydi. Sonunda delirdi. Onu İran'a götürdüler. O da aklını kaçırdı.  Oysa o kadının ne siyasetle alakası vardı ne de Dr. Bahtiyar ya da Dr. Farokzad gibi hükümet aleyhine konuşuyordu.
Böyle davranmaya devam edersen, senin üçüncü bir ülkeye gitmene izin vermeyecekler. Beş yıl geçse bile izin vermeyecekler. Senin hem dağcı, hem şair, hem öğrenci, hem maratoncu,  hem solcu, hem binbaşı olman için 400 yaşında falan olman lazım. Oysa sen daha otuz yaşındasın. Beş yıldır Türkiye'desin. İran'daki bahçen de kurudu, bakımsız kaldı. Sen bu yalanlarınla kendini buraya zincirledin. Şimdi bu zinciri nasıl kıracaksın? İran'a nasıl gideceksin?
Bunları duyunca iyice tepem attı. Saate baktım. Aynı saatti. Yüzü yok olmuştu. Ama bugün eğri durmuyordu.
Ben özüme dönmek istiyordum. Benim bir ailem yoktu. Oysa çevremdeki herkese bir ailem, hatta evlatlarım olduğunu anlatmıştım. Ben şair değilim. Öğrenci değilim, binbaşı, dağcı hiç değilim. Bir hayal gördüm. Ya şimdi ben de o kadın gibi delirirsem. Ben bunları düşünürken, kapı çaldı.  Kalktım kapıyı açtım. Karşımda duran kişi sporcuya benziyordu. İri yarı kaslı birisiydi.
-Merhaba ben Şehman. Dedi.
İçeri girdi.
Ben 1.60 boyunda 60 kg. Bir adamken bu iri yarı sporcu adama kendimi nasıl tanıtacağımı bilemedim. Ama aklıma o an bir fikir geldi.  Kendimi Mecit diye tanıtayım dedim.
Mecit alçak boylu, güreşte bir sürü kahramanlıklar kazanmış biriydi.
-Ben Mecit. Dedim.
Mutfağa gittim. Çay termosunu aldım. İki bardağa çay boşalttım. Şehman mutfağa, yanıma geldi:
-Ben Türkiye'ye karate koçu olarak geldim. Dedi.
Ona cevap vermeden bir sigara yaktım. Derin bir nefes çektim.
-Ben de karateciyim...   demeye çalışırken,  Şehman sordu:
-Hangi kuşak? Kuşağının rengi nedir?
Ben öksürmeye başladım. Hatta mahsustan uzun uzun öksürdüm. Benden cevap alamasın, unutsun istedim. Şehman elini bardağa götürüp,
-Pardon şeker var mı? Diye sordu.
Hızlıca şeker almaya gittim. Döndüğümde gözüm saate takıldı. Saatin akrep ve yelkovanı düşmüş, saat yine eğrilmişti.
 

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

04/20/2024 - 16:37
03/31/2024 - 21:39
03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...