Nemrud’un Kızı Zilhan

yekta uzunoğlu kullanıcısının resmi
Nazım Hikmet’in bir şiirinde dediği gibi:

”Odayı saran odun kokusu
dışarıda çiseleyen bir yağmur
sıcak bir çay ve
aklımda çocukluğumdan kalma bir masaldı annem.”
 
 Üzerleri annemin el emeği kanaviçe işli yeşil yapraklı kırmızı çiçekler bulunan beyaz örtülerle süslü yastıkların konduğu kırmızı sedirlerin bulunduğu oturma odamızın tabanını da, tamamen kaplayan büyük kırmızı nakışlı yünden bir halı, geleneksel bir düşkünlükle bağlandığımız kırmızı rengin ısıtan sıcaklığını ruhumuzda duyururdu.
Annem, o ateş kırmızısının içinde dolaşan incecik narin bir suydu. Ayağını bastığı her yere hayat taşıyan bir su.
Akşam yemeğinden sonra hep onun etrafında oturur ve onun bize  bir hikâyeyi, destanı  ya da efsaneyi anlatmasını isterdik. O sevgi dolu tatlı-narin sesiyle en yakınındaki çocuğun saçlarını nazik parmaklarıyla okşayarak bize, bizi büyülü dünyalara götüren bir hikâye anlatırdı.
Bir seferinde hikâye anlatmayı bitirdiğinde ona isminin anlamının ne olduğunu sordum. Ona sevgi ve saygıyla sadece ”Anne” derdik, Kürtçe ”Daye”.
Açıklamak yerine, güneş ışığında yeşile dönen şefkat dolu ela gözlerinin harelerine, dağ yamaçlarından, vadilerden dur durak bilmeden esip gelen kara meltem rüzgârlarını andıran içli sesinin rengini katar ve kederli bir Kürtçe türkü söylerdi:
”Hazal’ım Hazal’ım oy haye…
Bugün Hazal’ımın evi yaylaya taşındı oy cefa
Gönlümün ateşi beni yaktı Hazal’ım… Haye…
Senin için gönlümün kanayan yaralarını götüreceğim âşık ve ozanlara, ey cefa…”
 
Onun sesinin her tınısı, türkünün her satırı, her hecesi kalbime ılık ılık akardı, Daye’min gözlerinden ip gibi inen gözyaşları gibi.
Memleketim Farqin’de (Türkçesi Silvan), annemin ismi Zilhan (Türkçe Zeliha) idi.
Kürdistan’da yani bizim yaşadığımız bölgede pek yaygın bir isim değildi. Farqin, bir zamanlar Kürd Merwani Krallığı’nın başkentiydi. Ondan önce de MÖ 100 civarlarında Ermeni Krallığı’nın asil başkent tacını taşıyandı.
Annemin ismi, masallardaki gizemli prenseslerin ismini anımsatırdı bana hep. Üstelik sadece bana değil, etrafımızdakilere de. Çocukluk arkadaşlarım bize, sürekli olarak ”Annemin isminin neden Zilhan” olduğunu sorarlardı.
Annem, bir gün bize, onunla birlikte bizim peygamberlerimizin şehrini ziyaret edeceğimizi ve orada isminin gizemli anlamını anlatacağını söyledi. Bu, bizi daha da meraklandırdı:
”Ne zaman bu gizemli şehri görmeye gideceğiz?” diye sabırsızca sorduğumuzda bizi öpüp sarıldı ve bizler daha da meraklanmaya başladık.
Sonunda bizim sürekli tekrarladığımız sorularımızdan artık bunalmış olacak ki uzun zamandır ertelenen seyahat için (gerekli) düzenlemelere ve hazırlıklara başladı. Aylardan nisandı, hava çok sıcak değildi ve Kürdistan, baharın en açıktan en koyusuna bütün yeşil tonlarına bürünmüş, rengârenk çiçeklerle bezenmiş ve süslenmiş bir güzel kızı andırıyordu… Dereler, dağlardan eriyen karlarla taşıyorlardı.
Türkiye’de, ekonomi serbest piyasa yerine devlet kontrolünde olduğu zamanlardı. Bir araba almaya karar vermek ve almak imkânsız gibiydi. Aslında hayat, daha sonra iyice tanıma fırsatını bulduğum komünist ülkelerdeki yaşamdan daha da zor ve daha az özgürdü.
Babamız, zeki bir insandı ve dostları olan biriydi, kasabadaki üçüncü veya dördüncü araç olan, 2. Dünya Savaşı’ndan kalma eski bir Willys cipi Adana’da bulup satın almıştı. Babamız cipi kullanamayacağından ve muhtemelen zaten kullanmak istemeyeceğinden şoförle gidilmesine karar verdi.
Eski Willys, dört çocuk, şoför ve annem dâhil olunca bizim için pek büyük sayılmazdı.  Şoförümüzle birlikte, bize dayanılmaz uzun gelen hazırlıklar bittikten sonra, daha yola çıkmadan kente varmanın heyecanına boğulduğumuz Peygamberler Şehri denilen gizemli bir şehre ulaşmak için yollara düştük.
Willys’imizle yolculuk, engebeli taşra yollarında bir gün sürmüştü. Derelerin üstünden geçtiğimizde şoför amcadan durmasını istiyor ve durduğunda derelere doğru koşuyor, hemen ayakkabı ve çoraplarımızı çıkarıyorduk ve suyun içinde çocukça zıplıyorduk.
Üstü açıktı Willys’in ve yolda giderken de üstümüzden esen rüzgârın tadını çıkarmak bambaşka bir zevkti. Peygamberler Şehri’ne varmadan önce güzergâhtaki Kürdistan’ın resmi olmayan başkenti Amed’in (Türkçe Diyarbakır) içinden geçmemiz gerekliydi.
Şehre bir kapıdan girdik, sokaklardaki ve ana caddedeki başlarına ya da boyunlarına bağladıkları poşuları, ayaklarında lastik çizmeleri ya da cızlavetleri, yelek ve şalvarlarıyla kalın bıyıklı erkekleri, şalvarlarının üzerine giydikleri elbiselerin omuzlarına kadar inen, başlarını bağladıkları leçekleriyle kadınları, yani Diyarbakırlılar bize meraklı bakışlarla bakıyorlardı. Biz de, onlara ve şehrin etkileyici ve büyüleyici binalarına, konaklarına bakıyorduk.
Taştan örülmüş, şehri bir anne gibi sımsıkı sarmış surları, kutsal kitaplarda anlatılan cennet bahçelerini anımsatan Hevsel Bahçeleri, bereketi, hayatı su olup Amed’e akıtan Dicle Nehri, tapınakları, köprüleri ve binlerce yıldır insanların ve bizim de şimdi gelip geçtiği ana yolunun sağında ve solunda konuşlanmış sokakları ile bu şehrin, kalenin kalın duvarlarının içinde olması bizi büyülemişti. Ana yol boyunca ilerledik ve sonra da ilk kapının tam karşısındaki diğer kapıdan geçerek şehirden çıktık.
Biz o an, Amed’in iki kapısını tanımıştık. Şehrin 4 kapısı vardı ancak (iki) haçı anımsatan diğer 2 kapısını tanıyamamıştık. O an bizim için iki kapılı bir âlemdi Amed… Aynı hayat ve ölüm gibi…
Sonra bir dağa tırmanan dar bir patika yol boyunca ilerledik. Orada, sadece ne zamandır olduklarını ve nasıl oraya geldiklerini bilemediğimiz ama merak ettiğimiz ucu bucağı görülmeyen çok büyük siyah taş tarlası vardı.
Çocuk yaşımızda yaşadığımız bu serüven bizi farklı bir dünyaya götürmüştü. Seyahat boyunca biz, kendimizden geçercesine eğlenirken, önde oturan annemiz, arkaya dönüp yol boyunca sürekli tedirginlik içinde bize bakıyordu. En sevinçli ve yaramaz halimize bakarken arabadan düşeceğimiz korkusu ve telaşındaydı. Her şey hakkında ve özellikle her “keşiften”  ve daha çok zıplamamızdan ve bağırmamızdan gergindi ve muhtemelen emniyetimiz için endişelenmişti, seyahatimizin “kazasız-belasız” sürmesi için didiniyordu.
Yol, iki aracın aynı anda geçemeyeceği kadar dardı, nadiren bir traktör ya da kamyon belirdiğinde, şoför amcamız, yolun en kenarına cipi çekiyor ve onların geçmesine yardımcı oluyordu. Biz, Willys’imizin içinde zıplarken yanımızdan geçen araçların içindeki insanlara el sallayıp selam veriyorduk, cevap olarak onlar da kornaya basıyorlardı ve onlar selamımızı aldıkları için biz de heyecandan havalara uçuyorduk.
Dağın zirvesine vardığımız zaman, kutsal bir pınarın çıktığı söylenen bölgede öğlen yemeği için durduk.  Bir günde kırk ilkimin yaşandığı söylenen yerdi burası ve burada hava soğuktu, ama yine de annemizin bize söylediği ”kutsal pınarın kaynağı nerede olabilir?” sorusunun cevabını bulmak için hepimiz atlayarak arabadan indik. Etrafımızda yine o kocaman siyah kayalar vardı ve o kayaların üzerinden kayarak ve sıçrayarak uzaktan duyduğumuz çağlama sesinin kaynağına doğru gidiyorduk. O sese o kadar odaklanmıştık ki, annemize doğru yolda gidip gitmediğimizi bile sormadık.
O kaynağın, bir geçmiş dönem volkanının etrafımızı siyah kayalarla çevirdiği ve kocaman bir nehrin kayalarının arasından fırladığını öğrendiğimiz Karaca Dağı’ydı. Büyüdüğüm zaman onun, aslında sadece bir dere olduğunu fark edecektim ama o zamanlar benim için geniş ve kocaman bir nehirdi.
Annem, “nehir” kenarına bir halı serdi ve teyze ile önceki gün hazırladıkları yolluk yemeklerini üzerine koydu. Bizler, nehir kenarında zıplıyorduk, ama her ne kadar suyla oynamayı sevsek de, soğuk nehir suyu ürperticiydi ve cesaretimizi kırıyordu. O buz gibi suyun içinde, hayatımda hiç yaşamadığım o serinlik, ayaklarımdan başlayarak tüm vücudumu kapladı hatta soğuktan sızlattı.
Annem bizi tatlı sesiyle sakinleştirip bu suyun, Dicle Nehri gibi kutsal bir nehir olduğunu ve ”Tanrı’nın cennetimize su getirmesi için dört tane dere yarattığını ve bunun da o derelerden biri olduğunu” söyledi. Aslında, geçmişte çok daha büyük olduğunu ve dağdan püsküren koca bir ateşin şiddetiyle, suyun bir kısmının,  Amed şehrinden başlayarak yol boyu gördüğümüz bütün kara taşları da savurduğunu anlattı.
Taşlar, yerden ateş çıkartan çok büyük bir patlamanın hatırasıydı ve o zamandan beri nehrin yatağı giderek daha daralmış ve daha küçük hale gelmişti. Orada yine, aynı evdeki kırmızı halının üzerinde oturduğumuz gibi, annemin etrafında oturmuş ve bize anlattığı büyüleyici hikâyelerden birini daha hayranlıkla dinliyorduk.
Şoför amcamız, annemin hikâyelerini uzaktan başıyla onaylayarak dinledi ve bize arabamızdan el salladı. Aracımızı kutsal suyun olduğu şişelerle doldurduk ve Peygamberler Şehri’ne doğru yeniden yola koyulduk.
Gördüğümüz her yerde, sonu gelmez siyah kayaların arasında, koyun ve keçi sürüleri otlanıyorlardı. Onları hiç bu kadar çok ve bir arada görmemiştik. Şoförümüz kornaya basınca panikleyen hayvanlar sağa sola kaçışıyorlardı ve biz de hayvan sürülerinin telaşlı hareketlerini izliyorduk. Çobanlarına el salladık, onlarda bize el salladılar.
 Birkaç sefer annem arabanın durdurulmasını istedi. Cipimizden indi ve çobanların yanına yaklaştı, onlara ev yapımı şekerlemeler ve Kutsal Nehir suyundan verdi. Ayrılırken öne doğru çok eğildi, neredeyse yere değiyordu, sağ elini sol göğsüne koydu ve sonra ağzına ve alnına dokundurup onlarla vedalaştı.
Sonunda da ellerini semaya açıp Kürtçe: “Tanrı sizi kutsasın kardeşlerim” dediğinde, beraberce ; “Âmin ya Rab” dediler ve çobanlar da aynı şekilde anneme cevap verdiler. Onlar da hafifçe eğildiler, sağ elleriyle sol göğüslerine, ağızlarına ve alınlarına dokunup “Tanrı yolunuzu açık etsin bacım, Âmin,” dediler.
Biz, annemizi izliyorduk ve onun hiç tanımadığımız çobanlara şeker vermesinden ve onlarla rahatça konuşmasından gurur duymuştuk ve onları dostumuz olarak kabul ediyorduk, çobanlar artık bizim dostlarımız, amcalarımız olmuşlardı.
Akşam çökerken, Peygamberler Şehri’ne yaklaştık. Bizim zavallı cefakâr annemiz, tüm yol boyunca arkaya dönüp bize analık koruma içgüdüsüyle bakan gözlerini bizden ayırmadan çobanların ne kadar fakir olduğunu anlatmaya başladı;
Sürülerini sabah erkenden otlatmaya çıkartmaları gerekiyordu. Tam güneş doğduğu sırada, tüm o siyah kaya parçalarının arasında, koyun ve keçileri için taze ot aradıklarından, onların nasıl yakıcı öğlen güneşi altında oturduklarından, koyun ve keçileri gibi onların da aşırı sıcaktan dolayı artık yürüyemeyecek kadar yorulduklarından ve bu çobanların bir gölge parçası bile bulamadıklarından bahsetti.
Bugün dahi onun tüm konuşmasını ve o çobanlar için ne kadar üzüldüğünü net bir şekilde o günkü canlılığıyla hatırlıyorum. Çünkü annemin en çok söylediği o türkünün kederini giymişti çobanlarla ilgili bütün cümleleri;
”Hazal gariptir oy Hazal, gariplik zordur, oy cefa…”
Annem, Peygamberler Şehri’nin İncil’de ve Tevrat’ta geçen Cennet Şehri olduğu ve Tanrı’nın kendisinin orayı koruduğuyla ilgili, orayı mistikleştiren hikâyeler anlatmaya başladı. Balıklar dolu göller olduğundan, ama öyle ki bazen sudan fazla balık olduğundan, ancak insanlar tarafından bu balıklara dokunulmadığını anlattıkça da biz daha da büyüleniyorduk. Orası, Âdem ve Havva’nın soyundan gelenlerin halen yaşadığı yerdi. Annemin anlattığı her şey o kadar büyüleyiciydi ki, konuşmasını sürdürürken, ben, orada sanki kahramanı olacağım bir masalın, uyanmak istemeyeceğim bir düşün içinde hissediyordum kendimi ve geçmişe gidip geliyordum.
Annem, bizi bir kez daha şaşırtmıştı. Nuh ve Ark’ı, tufan sonrası, onların, üzeri Tanrı tarafından hiç insan ayağı değmesin diye kaplanmış yüksek dağa nasıl indiğini, bize Âdem’le Havva hakkında akşamları anlattığı mistik hikâyelerinden biliyorduk. Cennet’i de biliyorduk ama bu şehir hakkında anlattıklarını ilk defa duyuyorduk ve oraya varmak için sabırsızlanıyorduk. Şoförümüz amcayı ”Orada ne zaman olacağız, daha çok var mı oraya varmaya?” gibi bezdiren soru yağmuruna tutuyorduk.
Sonunda Peygamberler Şehri’ne vardık. İlk başta tüm görebildiğimiz, çevremizin nar ve zeytin dolu ağaçlarla ve bir de fıstık ağaçlarıyla dolu olduğu ve yüksek dağların yarım ay şeklinde şehri çevirmiş olduğuydu. Ama bir an önce balıklarla dolu olan gölleri de görmek istiyorduk. Ancak vakit çok geç olduğundan kalacağımız yere, bizi kendi öz çocuklarıymışız gibi çok hoş ve candan karşılayan, kucaklayan annemin akrabalarına gittik.
Bize, evlerindeki her şeyi ikram ediyorlardı ve düşündüklerinden bir gün önce gelebilmiş olmamıza gerçekten çok şaşırmışlardı ve yeteri kadar hazırlık yapamamışlığın ağır suçluluk duygusu altında özür diliyorlardı.  İçinde özenle kesilmiş gül yapraklarının yüzdüğü ayran ve Sare Ana’nın üstüne bal ve kaymak sürülmüş ekmeğinden getirdiler. Şimdiye kadar yediğimiz en lezzetli ekmekti Sare Ana’nın ekmeği.
Büyükler, bütün gece Peygamberler, Âdem ve Havva, Nuh ve İbrahim ve kötü Nemrut’u sanki daha dün yaşamışlar ve hala yaşıyorlarmış gibi büyülerle donatarak anlata durdular. Aralarında sadece sözünü ettikleri Nemrut kötüydü, onun dışındaki herkes asildi, sevgi, şefkat ve nur doluydu ve hepsi çok kutsaldılar. Ben, aniden bu kadar kötü biri olan Nemrut’un Peygamberler Şehri’nde hala yaşıyor olabileceği düşüncesiyle ürktüm.
O gecenin sabahında, annemize ismi hakkındaki hikâyeyi tekrar sorduk, çünkü buraya kadar olan macera dolu bu uzun yolu isminin anlamını öğrenmek için kat etmiştik. Her zaman yaptığı gibi bizleri sevgiyle okşayıp bu gün nihayet merakımızı gidereceğini ve ismini hiç unutulmayacak isim yapan yeri göstereceğini söyledi.
Erken saatlerde misafirperver akrabalarımızla birlikte dağlara doğru yola çıktık. Biz çocuktuk, bize seyahatimizin yolu çok dik ve yorucu geliyor, bu yüzden de büyüklerimize sık sık mola verdirtiyorduk. Dağın zirvesine varmadan, molalarda bize, teyzemiz sürekli soğuk su ve şeker veriyordu.
Dağın zirvesinde, teyzemizin evinden getirip serdiği halıya oturduk ve annemiz tatlı sesiyle en nihayet sabırsızla beklediğimiz ve uğrunda, yabancı bir coğrafyadan bu kadar uzun yol geldiğimiz isminin hikâyesini anlatmaya başlamadan önce, dağın zirvesinden parmağını aşağıdaki görüntüye uzattı. İşaret ettiği yer, göz alabildiğine uzanan ve bakınca insanın nefesini kesen geniş bir ovaydı. Annem, buranın Tanrı’nın yarattıktan sonra Âdem’i gönderdiği cennet olduğunu ve Âdem tek başına üzgün ve yalnız olmasın diye Havva’yı yarattığını söyledi.
Nuh’u hatırlayıp hatırlamadığımızı sordu ve biz de hemen hatırladığımızı söyledik. O, Ark’ı inşa etmiş ve tufandan korumak için tüm hayvanları içine almıştı. Annem, bize Ark’ı görüp göremeyeceğimizi yani hayal edip edemeyeceğimizi sordu. Nuh, Tanrı’ya inanmıştı ve kendisinden istediği her şeyi yapmıştı, böylece o sadece Nuh’u değil, tüm hayvanları ve bitkileri de kurtarmıştı.
Yaradan, Âdem’e soğuktan olduğu kadar bütün kötülüklerden de korunması için bir post sunmuştu. Daha sonra Nuh’ta yaratanın ona sunduğu postun varisi olmuştu. Nemrut, Nuh’un en büyük torunuydu.  Nemrut, Âdem’in de giydiği bu postu alarak kendisini korumaya almıştı ve böylece çok böbürlenerek Tanrı’ya bile itaat etmeyi bırakmıştı. İsmini iki dağa vermişti. Bir tanesi oldukça uzaktı, Adıyaman şehri yakınındaydı ve at üstünde 1 haftalık seyahatle gidiliyordu. Diğeri ise Van Gölü yakınında, atla 3-4 haftalık uzaklıkta, dağlar silsilesinin içindeydi.
İlk dağ, kışın bir kısmını geçirmek içindi.  Van Gölü yakınındaki ikincisi ise yazın bir kısmını geçirmek içindi, çünkü orası yazın kavurucu sıcaklığında bile serindi. Nemrut Dağı’nın yüksek tepesinde kışın bile hiç donmayan, sıcak ve çok derin, volkanik bir göl vardı. Çok büyük ve sıcak sularında yıkanmak “her derde devaydı” çünkü daima tüm hastalıklara devaydı.
Nemrut, bir de uzaklarda, çöllerin ortasında, büyük Babil isminde bir şehri daha kurmakla kalmamış ayrıca başı neredeyse göğe erişen Babil Kulesi’ni inşa ettirmişti, çünkü o, yüksekliğiyle Tanrı’ya denk olmak istiyordu.
Nihayet şeytan, onu yönetmeye başlamıştı ve Nemrut’ta kendine göre pek çok küçük Tanrı üretmeye başladı. Şeytan, Nemrut’a bir gece rüyasında gelecek yıl Ruha (Urfa) şehrinde bir oğlan çocuğu doğacağını ve büyüyüp onu öldüreceğini söyledi.
Ertesi sabah Nemrut, muhafızlarına o yıl doğacak tüm oğlan çocuklarının öldürülmesini emretti ve erkek çocuğu katliamı başladı. Ama subayı Ahad’ın eşi Nuna’da hamileydi. Doğacak çocuğun kız mı oğlan mı olacağını bilmediklerinden hamileliğini gizlediler. Nuna, bir oğlan doğurdu. Onu gizlice Ruha’nın yukarısındaki dağlara götürdüler ve Nuna’nın acılı gözyaşlarıyla bir mağaraya bıraktılar.
Bebek açtı ve sonunda bir dişi ceylan onun açlık dolu ağlayışını duydu, acısına dayanamadı. Her ne kadar tehlikeli insan türünün bir yavrusu olsa da, ceylan, bebeğin yanına geldi ve insanlardan korkmasına rağmen bebeği büyüyene kadar emzirdi.
Günün birinde, bebeğin anne ve babası çektikleri ıstıraba artık dayanamayarak ve hiç olmazsa bebeğin kemiklerini bulup gömmek için, bebeği bıraktıkları mağaraya gittiler. Oğullarını hayat dolu ve neşeyle hayvanlarla oynarken bulunca şaşkınlık içinde kaldılar. Çocuğu, tanrılardan birinin beslediğini zannettiler, ama onu besleyen, annelik edercesine emziren bir ceylandı.
Zaman içinde zalim Nemrut’un emri unutulunca bebeği mağaradan getirip ona İbrahim ismini verdiler. Oğlan, büyüyüp güçlü ve cesur bir erkek olduğunda, Nemrut ve kendi babası da dâhil putlara inananlara karşı, ikonaları ve tapındıkları taşları kıracağı mücadeleye girdi. Nemrut’un tek Tanrı’ya ihanet ettiğini ilk haykıran o oldu.
Nemrut, çok kızgındı ve İbrahim’in zindana attırdı. Nemrut’un kızı Zilhan, İbrahim’in en yakın arkadaşıydı, birbirleri için bacı-kardeş gibiydiler. Sadece Zilhan, ona tek bir Tanrı’nın olduğunu söyleyen İbrahim’e inandı. Babasının İbrahim’i hapse attırdığını öğrendiğinde, buna isyan ederek babasının yanına gitti ve dizlerinin üzerine çöküp babasından İbrahim’i affetmesini, hiç olmazsa bunu, kızının hatırı için yapmasını istedi ve yalvardı.
Ama Nemrut, gaddar ve kendini tanrılara denk gören biriydi. İbrahim’i serbest bırakmadı ve kızını şehrin diğer ucundaki Ruha’yı çevreleyen dağlardan birinin yamacındaki yazlık sarayında gözaltına aldırttı.
Zilhan, keder içerisinde her gün sarayın bahçesindeki bir kayaya gidip acı içinde ağlıyor, İbrahim’in öldürüleceğinden korkuyordu. O kadar çok ağlıyordu ki,  gözyaşları bir pınar oluşturdu, bu pınar, ağladığı dağdan aşağılara aktı ve sonucunda dağın altındaki ovada bir göl oluşturdu.
Her yanında tüm çiçekler, güller ve narlar, incirler, kayısılar ve şeftaliler doldu, taştı ve orayı renklendirdi. Tanrının yeryüzündeki tüm ganimetleri orada yeşerdi, orası kutsal kitaptaki cennetin bir eşi olmuştu artık. Tanrı’nın bütün bereketi Urfa’da, Zılhan’ın gözyaşlarından oluşan gölün kıyılarını doldurmuştu.
Nemrut, Ruha Dağı’nda mancınık kurulması için, iki uzun sütun yapılmasını emretti. İbrahim bu sütunların arasında olan mancınığa konacak ve ateşin içine fırlatılacaktı.
Nemrut, evlerde yemek yapmak ve ısınmak için bile odun kullanımını yasakladı ve krallığındaki tüm odunları dağın altındaki, cehennem ateşi gibi olan bu ateşe katılmasını emretti.
Tüm vadi odunlarla doldu ve neredeyse dağla aynı boyda bir odun tümseği oluştu. Dağın altında, alevleri neredeyse bulutlara kadar yükselen bir ateş yakıldı, İbrahim o ateşe atılacaktı. Rivayete göre, ateş için en fazla odunu katır taşıdığından Tanrı, katırı lanetledi ve katır katırla çoğalmaz oldu.
Bundan sonra zalim Nemrut, mancınığın doldurulmasını ve  İbrahim’in harlı ateşe atılmasını emretti. Ama Tanrı, ateşi suya ve halen yanmamış odun parçalarını ise balığa dönüştürdü. Tanrı, İbrahim’i suya düşmesi yerine Zilhan’ın gözyaşlarıyla sulanmış o cennet bahçedeki yumuşak çimenlere düşürttü. Zilhan’ın gözyaşlarıyla oluşan gölle, ateşten oluşan göl, birbirine ulaştı.
Böylece biz, annemin hem nadir hem de güzel, büyülü isminin ne anlama geldiğini nihayet öğrenmiştik. Mancınık Sütunları’nın altında, annemin o sevgi dolu tatlı sesiyle, bize şimdiye kadar anlattığı diğer tüm efsane,hikâye ve destanlardan çok daha fazla etkilenmiştik, büyülenmiştik.
O göller, o zamandan beri varlar ve kimse orada yaşayan balıklara dokunamıyor. Güzel,rahim  Zilhan’ın gözyaşları ve ateşten oluşan bu göllerin içinde sudan fazla balık oluyor ve  bu balıklar hayatlarını, Tanrı’nın onlara bağışladığı  kendi cennetlerinde yaşıyorlar.
Bu yaşımda anladım ki, milyarlarca insanın yaşadığı yeryüzünden ve onun üzerinde yaşanan kederli günlerden ve hatta zaman zaman kendi duygusal çemberimden bile kaçıp huzur bulduğum, tek yer  olan çocukluğumdan ve çocukluk anılarıma ait her ne varsa, her şeyi karşı konulamaz bir şekilde özlüyorum. İlk önce de, o zaman diliminin ve bütün zaman dilimlerimin tahtına olağanüstü zarafetiyle oturan Daye’mi özlüyorum ve onun söylediği o kederli türkünün kulaklarımda kalmış sesiyle ruhumu avutuyorum ve sağaltıyorum;
 ”Hazal’ım Hazal’ım oy haye…
Gönlümün yanıkları kabardı yine  Hazal’ım… Haye…”
 

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

04/20/2024 - 16:37
03/31/2024 - 21:39
03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...