Genç yazara üçüncü öğüt: Dokunulmayana dokunma cesareti

Haydar Karataş kullanıcısının resmi
Roman kahramanı denen tipleme toplumun normal hayat seyrinde dokunamadığı kişidir. Günlük hayatın kabul etmediği cisimlerdir onlar. Bu nedenle siyasi liderlerden, normal insanlardan roman kahramanı olmaz, bunun için hele bugün oturup roman yazmak manasızdır. İnsanlar, normal hayatta ilişki kuramadığı kişilere, bir edebi eseri okurken dokunmak ister. Edebiyatın çekiciliği oradadır

Geri dönüp baktığımda yarattığım ilk roman kahramanım arkadaşlarımdı. O zaman kaldığım Yozgat Cezaevi’nde bir koğuşta topu topu 9 kişiydik. Bir ara sayımız altıya kadar düştü.  Şöyle düşünün, duvarlar aynı, insanlar aynı, oysa insanoğlu dokunduğu her şeyi değiştirerek bugüne gelmiştir. Bazen yapmış, bazen bozmuştur, ancak bu tip yerlerde hiç bir şey size ait değildir. Ranzalar yere ve tavana montelidir. Dolaplar sabittir. Eşyayı itemiyorsunuz, çekemiyorsunuz, geriye arkadaşlarınız kalıyor, hani ağız tadıyla kavga etsen gene iyi, ama onun da bir kaidesi var, yapmaya kalksanız o anlaşılmaz davaya yenik düşerseniz.

Konuşulan şeyler anlamsızlaşmıştı benim için, sanki siyaset hayatı değiştirmek için değildi de, anlamadığım bazı kodlarla en yakın arkadaşını dahi bir yerme savaşıydı.

İlk zamanlar doğduğum köyü hayal ederek yaşadım, yani hücre sonrası devam etti o hayal dünyam (hâlâ orada yaşarım ya). Ancak birden bir oyunun içinde buldum kendimi.

Bu sıkıcı ‘bulduğum’ arkadaşlarıma meslekler buldum.

O anı hiç unutmuyorum, ancak o ruh halimi anlatabilmek için biraz daha geriye gideyim. Şöyle oldu: Koğuş arkadaşlarımın hepsi bir örgüttendi, eğitim çalışması yapmak için havalandırmaya çıkarlardı, bezlerden yaptıkları minderleri yere serer gölgede otururlardı. Ben giriş kapısının orada bir merdiven vardı, oraya oturur sırtımı duvara yaslar kitap okur gibi yapardım! Kafamın içindeki uğultuyu gizlemek için bulduğum garip bir yoldu bu. Eskiden heyecanla okuduğum teorik kitap sayfaları benim için hayal dünyasıydı, sayfayı her çevirdiğimde başka dünyalara gidiyordum. Ruhumdaki sol fikriyat da değişmişti. Acı çekiyordu. Biri mi ölmüş, herkes slogan atarken beni bir ağlama tutardı. Onun annesini, kız kardeşini, sevgilisini düşünürdüm, onların mezarına gidip ağlamasını...

O zamanlar sık sık geçmiş günlere giderdim ve nasıl olduysa, 1993 yılında Buca Cezaevi’nde öldürülen genç bir çocuğu düşündüm. (Acı tazelenmesin diye adını yazmayayım) 

O gün, şimdi kardeşi bir siyasi partinin başında olan Nurettin’le avukat kabininden dönüyorduk. Ana malta kapısıyla avukat kabinlerine giden parmaklı kapıya geldiğimizde bir gardiyan kafilesi önümüze geçti ve büyük bir sessizlik içinde battaniyeye sarılmış ve iki ucundan iki adli tutuklunun çektiği bir ceset böyle adeta ayaklarımızın dibinden geçip gitti. Günlerden perşembeydi, mahkemesi olanlar mahkemeye gitmişti ve biz avukat görüşüne gitmiştik. Tuhaf bir sessizlik vardı. Öldürülen o genç adamın eşi ve beş altı yaşlarında olan oğlu Özgür görüş kabinlerinin oradaydı. Kadının başında çiçekli bir yazma vardı.  Devasa bir koridorda bir eşya gibi eline asılmış oğluyla çırılçıplaktı sanki. Ancak o kadar genç ve çocuktum ki, hiç bir şey fark etmemiştim. Üç yıl önce olmuş bu olay aklımın gizli bir yerinde saklanmış meğer. Ve şimdi, Yozgat Cezaevi’nin havalandırma merdiveninde gelip yanıma oturmuştu. Bir an yere düştüğümü sandım, başım dönüyordu, sanki Nurettin’le gene öyle yan yana durmuş ve battaniyeye sarılı bir ceset maltadan çekilerek götürülüyordu.

Nasıl yani, dedim...

Bu zalim idare bu kadın ve oğlunu ziyarete mi çağırmış ve kadın ne oldu diye kocasını görmeye mi gelmişti? Ya çekilen bu ölü, nereye götürülüyordu?

Öyle olmamıştır elbet, ancak birden kendimi o küçük Özgür olarak gördüm. O bilmezdi dünyanın bu acımasızlığını, onun için babacığıydı o.

Bir ağlama tuttu. Ağlamak için geç miydi bilmiyorum... Ancak içeriden gördüğüm bir dünyaya artık dışarıdan baktığımı anladım. Çok korktum, çünkü ‘sonu’ belli olmayan bir yolculuktu bu. Bir ceset gibi hissediyordum kendimi, şimdi o cesede yeniden ruh vermeliydim.

Sivaslı bir çocuk vardı garip şiirler yazardı, şiirlerinde silah namluları doluyor, düşman kaleleri yıkılıyor, ortalık ana baba günü oluyordu. Ağladığımı o fark etti, yanıma geldi.

“Yoldaş ne oldu” dedi.

Sahi ne olmuştu?

“Köyümü özledim” dedim. Neden bunu dedim bilmiyorum, ama hayatı özlemiştim, biri ölürken ağlamalıydım, binlerce yıldır ağlıyordu insan ölüme. Ve bu dünyayı değiştirmenin yolu öldürerek olabilir miydi? Babamın o yılan masalı ne anlatıyordu deyip durdum.

Hem, politika da özlemek var mıydı? Ancak tanrı yardımıma gelmiş gibi bu kelime bir kez ağzımdan çıkmıştı. Ve o kutsal vazo kırılmıştı. Bir çağ yıkılmıştı. - tabii şimdi çok teoriler buluyorum buna ya- Eski dünyada; yukarıda tanrı, aşağıda onun temsilcisi devlet, devletin başkanı, bizi hapislere koyan polisleri ve ne bileyim evde kendini o devletle özleştiren otoriter bir baba vardı. Biz isyankârlar bu sert mizaçlı yalandan dünyayı yıkmak için aynen onun rolüne bürünmüştük, belki öyle değildi elbet ancak benim idollerim otoriterdi, ne kadar sert mizaçlıydıysa o kadar güçlülerdi.  Çelik bilek demir yürektik. Milli edebiyat, gerçekçi edebiyat bize hep bunu aşılamış yalandan bir dünyanın parçası haline getirmişti. Biz daha iyi yönetiriz demek yerine, nasıl yönetilemeyiz fikriyatına sarıldım. Nefret ve öfkenin aslında en güçlü düşünceyi dahi zehirlediğine inandım. Tabii uzun meseleler bunlar...

İyisi oradan devam edeyim. Karakter oluşturmakla ilgili ilk ciddi sıçramayı bu karmaşa içinde bocalarken yaptım. Havalandırmanın bu merdivenine otururken, eğitim çalışması yapan arkadaşlarıma bakıyordum. Birden onların her birine bir meslek bulmaya çalıştım.

Çok keyifliydi. Hayatımda o kadar heyecanlandığımı hiç hatırlamıyorum. Kaplan dediğimiz biri vardı, zayıf ince bir adamdı onu mahalle bakkalı yaptım. Giydirdim, göbek dahi çıkarttım, her sabah tatlı göbeğini hoplata hoplata bakkalını açmaya geliyordu. Balonları, plastik topları dışarı çıkarıyor, onları kapının iki tarafına asıyor ve sabah işine gücüne gidenleri selamlıyordu. Seviyordu mahallesini, bakkalını.

Kaplan’ın müşterileri koğuştakilerdi ve böylelikle bütün arkadaşlarımın yüzlerini, giyimlerini, konuşma biçimlerini değiştirdim. Eşyayı değiştirmek yasaktı, ama hayalden bir dünya kurmanın kime sakıncası vardı!

Bu zevkli oyunla beraber onlardan koparken, yeniden onların içine döndüm, benim çocuklarımmış hissiyatına kapıldım. Ancak bir süre sonra yaptığım bu ilk gizli kurgusal dünyada, birini unuttuğumu fark ettim. Bütün mahalle işinde gücündeyken, o unutulmuştu. Oysa oradaydı, bizimle yaşıyordu. Kurduğum mahallede banka müdürü, fabrika çalışanı, domates satanı, ne bileyim eski demir toplayanı dahi vardı da, o yoktu. Herkesin bir kız arkadaşı, kadını, çocukları da vardı, ama onun hayatı arada kaynamıştı. Birden onun sahiden bu koğuşta kimse tarafından görülmediğini fark ettim.

Benim hem edebiyatla ilgili büyük keşfim ve hem de karakter yaratmakla maceram burada başladı. Ona iş aramaya koyuldum, ancak hiç bir işe yerleştiremedim. Yani Türkiye’nin büyük Ermeni yazarı Yervant Odyan’ın Yoldaş Pançuni’siydi o.

Odyan, Zonguldak’ta varlıklı bir tüccarın oğlu olarak dünyaya gelen Pançuni’ye uygun bir iş bulamamış ve en sonunda onu bizim Dersim’i örgütlemeye göndermişti. Toprak ağası bulmak için o zamanki Çarsancak’a (bugün Tunceli’inin Mazgirt kazası) kadar gelmiş, iki eşeği, beş keçisi olan bir “toprak ağasının” ahırını ateşe vermişti!

Benimkinde öyle olmadı elbet. Komünden* kareli bir defter aldım, her gün gazetelerin iş ilanlarını alıp ranzama gittim ve Erdal’a iş bulmaya çalıştım. Onu giydirdim, kapı kapı gezdirdim...

Yerim bitti, özetleyeyim: Roman kahramanı denen tipleme toplumun normal hayat seyrinde dokunamadığı kişidir. Sinema da öyle. Günlük hayatın kabul etmediği cisimlerdir onlar. Bu nedenle siyasi liderlerden, normal insanlardan roman kahramanı olmaz, bunun için hele bugün oturup roman yazmak manasızdır. İnsanlar, normal hayatta ilişki kuramadığı kişilere, bir edebi eseri okurken dokunmak ister. Edebiyatın çekiciliği oradadır.

Yazarların çevresine farklı bir gözle bakmasının nedeni de, bence bu arayıştır. O görülmeyen şeyi bulma uğraşı, toplumun hem geleceğini ve hem de başındaki belayı haber verir.

 

* Komün: sol mahkûmların para ve benzeri eşyalarının toplandığı yer.

karatas.h20@gmail.com  Ayrıca Sevgili Yazarımız Haydar Karataş'ın diğer yazılarına BİRGÜN:net'ten de ulaşabilirsiniz...

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...