
Sana anlatmaya devam ediyorum, aşkı anlatacağım. Neden ama? Aşkı fazla mı önemsiyorum? Sınıf mücadelesinde aşkın yeri nedir? Bunca kıyım içerisinde aşka yer var mı? Aragon mutlu olabilir miydi? Ben nasıl mutlu olabilirim?
Beni yadırgıyorsunuz, söylediklerinizi duyar gibiyim: Kavgada aşka yer yok! Reddediyorum, aşk yoksa kavga da yok! Eylül şiirlerinde söylemiştim:
eylülün gölgesinde yazdıklarım
aşk şiirleridir
denebilir ki neden kavga şiiri değil
ya kavganın kendisi aşk değil mi?
Ama yanılsama olmasın. Aşkı anlatırken toplumsal değişim ve dönüşüm mücadelesini arka plana ittiğim sanılmasın. Aşk, bireyin yaşam deviniminde bir bütündür zaten. Aşk, bireyin düşünce ve eyleminde bir gerçekliktir.
Hem şiirde işlenen aşk ve kavga değil mi? Nazım’ın aşklarını okudun mu sen? Sahi Nazım özellikle neden evli kadınlara âşık olmuş? Düşündün mü?
Sana Nazım’ın aşklarından bir kesit anlatayım mı? Henüz Piraye’yle evliyken dayıkızı Münevver Nazım’ın ziyaretine gelir. Artık, Nazım’la Münevver aşkıdır bu kez yaşanan. Ama aşklarının ikinci yılında düştükleri krizin Nazım’ı nasıl sarstığını düşündün mü hiç?
Nazım anlatıyor:
“Kocasından ayrılacağına yemin etti. Evli ve bir kız annesiydi. (Münevver) Kızını alacak, kocasını bırakıp gelecekti bana ve ayrıca hükümet benim için af çıkarmaktan caydı ve Münevver bir pusula göndererek kocasını bırakmasının olanaksız olduğunu bildirdi. Kızıyla ilintili bir neden ileri sürüyordu, o kadar. İşte bu gerçek bir darbe oldu benim için! Ondan nefret ediyordum, o sırada ve açlık grevine başlayacağımı ilan ettim. Böylece öç almak istiyordum ondan. Korkunç bir ihanetti bu, Allah kahretsin! Greve başladım. Tüm dünyada siyasal amaçlı bir davranış olarak anlaşıldı bu”(1)
Ne düşünüyorsun? Nazım haklı mıydı sence? Yoksa aşka değmez miydi açlık grevi. O sıcak günlerde, Nazım’ın Münevver’den intikam almak için açlık grevine gittiği bilinseydi ne olurdu? Nazım’ın komünist kişiliği sarsılır mıydı?
Ya Jack London’un Martin Eden’i için ne diyorsun? Sıkılma! Seninle konuşmak istiyorum, konuşulmayanı konuşmak istiyorum. Kendi kulvarımızda, kendi platformumuzda, dostça dertleşelim diyorum. Biz aşkın yabancısı olamayız! Biz ki yaşamı inatla savunuyoruz, ağır bedeller ödüyoruz. Bir dokunuş, bir bakış, bir sıcaklık daha sağlam yürümemizi sağlamaz mı? Öyleyse dinle…
Münevver Hanım’ın, Nazım’ın başına getirdiğini, Ruth, Martin Eden’in (yani Jack London) başına getiriyor. Kaldı ki, Ruth, Martin Eden için ulaşılmaz bir sevgilidir. Ruth’a ulaşmak için savaşır. Ruth’ tan yardım görür. Yazdıklarını Ruth da benimseyince Martin coşar, coşkuyla yazar. Alçalış ve yükselişlerle süren bir yazarlık serüveni… Süreçle adından söz edilen bir yazar konumuna gelir. Ama Ruth, Martin’e arkasını döner. Ruth’un yokluğu Martin için sonun başlangıcıdır. Ve azgın sularda yaşamını sonlandırır Martin.
Ruth’la, Martin arasındaki çelişki, sosyal-sınıfsal konumlarından mı kaynaklanıyor sence? Martin’in intiharı iradesizliğinden mi? Yoksa Ruth’un duyarsızlığına öfkesinden mi? Ne dersin?
İnsana dünyayı zindan eden bu soyut kavram nedir? Nedir ki insan bu denli dayanılmaz oluyor? Onun (aşkın) çekim alanı çok güçlü manyetik alan mı? Eflatun’a göre:
“ Aşk, güzelliğin doğurduğu bir gerçekliktir. Gerçek güzellik ise düşünce ile kavranan güzelliktir. Duyu yoluyla alınan güzellikler gerçek güzelliğin bulanık bir taslağı, solgun bir yansımasıdır.”
Sen katılıyor musun bu tanımlamaya? Ya da hangi aşktan yanasın?
Descartes ve Spinoza gibi klasik filozoflara göre aşk:
“ (aşk, VO) Bir tutkudur ve kişi bu tutkuya aklıyla egemen olmaya çalışmalı, onu temiz ve duru bir duygu haline getirmelidir…”
Romantik akımla birlikte aşk anlayışı da değişmiştir. Arthur Schopenhauer ve Nietzsche, aşkı:
“ İnsan soyunu sürdürmek için insana kurulan bir tuzak” olarak tanımlamışlar.
Ama bu nasıl bir tuzak ki düşmeyen olmuyor? Demek aşksız yaşanmıyor! Katılıyor musun bana?
Montaigne:
“Aşk dediğimiz şey, arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka bir şey değilmiş gibi geliyor bana.” (2)
“Âşık erkek ve kadın tek bir varlık halinde birleşmek ve kaynaşmak ister. Amaçları böyle tek bir varlık olarak yaşamaktır…” (3)
“Aşk evlenmeleri, bireylerin kazancı değil, türün kazancı için yapılmıştır.” (4)
Aşk iradi mi sence? Âşık olduğun kimseyi görmediğinde; zaman senin için sıkıcı olmuyor mu? Saatine bakıp sıkılmıyor musun? Yüreğinde fırtınalar kopmuyor mu? Pencereye çıkıp yol gözlemiyor musun? Kulağın kapıda, telefonun çalmasını bekleyerek tetikte değil misin? Uzun ayrılıklar sonrası sesini duyduğumda sesimin nasıl titrediğini biliyor musun?
“Seni seviyorum.” demen bir coşkuya bir heyecana hazırlamıyor mu beni?
Kavga yoldaşım, yine Aragon’a dönelim. Aragon’un, Elsa Triolet’e tutkusunu anlatmalıyım sana. Belki aşktan biraz haberli olursun. Kızma, takılıyorum, seni biraz açmak istiyorum.
Louis Aragon, Elsa’yı o kadar seviyordu ki birlikte yaşaması yetmiyordu. Elsa’yı şiirlerinde ve kitaplarında anlatıyordu. Elsa’nın Gözleri 1942, Elsa’nın Mecnunu 1963’te yayınlanır. Elsa’ ya yazılmış sevi şiirleriyle birlikte siyasal atıflı şiirlerdir bunlar.
“Beni sevdiğim yaratır.” diyordu Aragon, bir söyleşide. Kuşkusuz “sevdiği” Elsa’dan başkası değildi.
Elsa’yı ve ona olan aşkını çok yüceltmişti:
“Dilerim bir gün gecemizi seyre koyulan insanlar, orda bir alevin tutuştuğunu görür, benim içimdeki değilse, başka hangi alevdir orda parıldayan?
Tek ailem sensin sevgilim, bu dünyayı yalnız senin gözlerinle görüyorum. Bu duygusal evreni bana veren sensin. Sensin bende insancıl duygulara bir anlam kazandıran. Lanet ve hoşgörüyle aşkımı ve sevdiğimi yadsıyanlar, Fransız ateşinin kıvılcımlarını söndürecek denli güçlüyseler, önlerine bu küçük kâğıt yığınını, bu kitabı, bu yoksul sözcükleri, bu yitik bilmeceyi dikiyorum. Başına neler gelir bilemem. Ama bildiğim bir şey var, bu büyük öç alma çağında, bu bağrı yanık ülkeye aşkın görkemli yüzünü bir an için de olsa gösterebildim ya, bu bana yeter…” (5)
Ne demeliyim Argon’a? Senin söyleyeceğin varsa söyle…
Seni fazla sıkmadan ve kafanı karıştırmadan son bir gezintiye çıkalım. Yaklaşık bir buçuk asır önce yaşanan, mektuplarından öğrendiğimiz Jenny’le Marks’ın aşkını anlatalım. Marks’ı biliyorsun; sınıf mücadelesinin, devrimci teoriyi çözümlemenin en çetin kavgasını veren Marks’ı… Marks’la, Jenny’nin aşkı sınıf mücadelesini arka plana itmiyor. Tam tersine sınıf mücadelesinde birlikte yer almalarını sağlıyor.
“Karl, Karl, seni nasıl seviyorum. Bugün bunu anlatmaya gücüm yetmiyor ve yüreğimde taşıdığım her şey, tüm duygularım ve düşüncelerim, her şey geçmiş, bugün, gelecek, yalnızca bir ses, yalnızca bir işaret, yalnızca bir tondur ve ses verdiğinde yalnızca şu anlama geliyor: Seni dile gelmez, sınırsız, zamansız ve ölçüsüz seviyorum…” (6)
Jenny Westphalen’in yazdığı bu mektubu aldığında Marks 24 yaşındaydı ve o da altı yıldır bağlandığı Jenny’i, “sınırsız, zamansız, ölçüsüz” seviyordu.
Yıl 1845, Jenny’le, Marks evlenirler. Yıl 1865, Jenny altı çocuk annesidir. Marks, yirmi yıllık eşine şöyle yazacaktır:
“Seni gözümün önünde canlandırıyorum ve ellerimin üstünde taşıyorum ve önünde diz çöküp inliyorum: Madam seni seviyorum…” (7)
Sen de böyle sevmelisin! Sevmenin, birlikte olmanın onurunu yaşamalısın. Öyle sevmelisin ki aşkın başkaldırı olmalı. Aşk başkaldırı değil mi? Aşk, aykırılıktır, mevcut olana tepkidir, var olanı dışlamaktır. Aşk, sıra dışılıktır. Aşkını yadırgayanlara bağırmalısın. Ama aşkını sınıf konumunla, mücadelen ve yaşam biçiminle özdeşleştirmelisin.
Derin aşk, ortak bilinç, paylaşım tutkun olmalıdır. Unutma, kavganı güzelleştiren aşktır. Aşk güzelliktir.
Jenny’nin dediği gibi: “Seni, dile gelmez, sınırsız, zamansız ve ölçüsüz seviyorum.”
Evet, seni seviyorum.
Kaynakça:
(1) Emin Karaca, Nazım’ın Aşkları, Milliyet Gazetesi, 27 Mayıs 1995
(2) Alıntılar için Montaigne’in Denemeler adlı kitabından yararlanılmıştır.
(3) Arthur Schopenhauer, Aşkın Metafiziği sf. 46
(4) Age, sf. 84
(5) Louis Aragon, Elsa’nın Gözleri’ ne önsöz. Gerçekliğin Boyutları, sf. 67, de yay, 1985
(6) Evrensel Kültür Dergisi, Eylül 1994, Sayı-33, sf. 9-11
(7) Agd. sf.9-11