Samar'ın Ağıdı

Okan Eroğlu kullanıcısının resmi
Kar yağıyordu, geceydi ve sen pencerenin yanındaki koltukta köprüleri atıp oturmuş, sigara içip kar yağışını izliyor, çağırdığın taksinin gelmesini bekliyordun. Gidecektin ve bir daha dönmeyecektin. Böyle söylüyordun oturduğun yerden öfkeli öfkeli. Bense elimden hiçbir şey gelmeyeceğine, seni aldığın bu karardan caydıramayacağıma inanarak ellerim cebimde odanın içinde yürüyüp duruyordum. Ve koltuğa yığdığın öfkenin koynundaki yumuşacık teslim oluşun soluklanışlarını duymuyordum bile.

Sense söylenmeye devam ediyordun. Durmadan gideceğini, bir daha dönmeyeceğini söylüyordun da, bir an durup bana bakıyordun ve başını tekrar önüne eğip daha bir hınçla tekrarlıyordun aynı şeyi.
Ancak az sonra kapı çaldığında, durmadan yinelediğin gideceğin ve bir daha dönmeyeceğinin ne anlama geldiğini tiril tiril titreyen zilin dalgaları arasından çıkarmış gibi ağlamaya başladın. Kapı bir daha çaldı. Yalnız yanağına sıvanmış kızıl bir saç demetini parmaklarının ucuyla kulağının arkasına yatırdın ve öylece kaldın. Ancak gitmeni istemediğimi söylediğimdeyse, gitmek zorunda olduğunu söyledin ve kalkmaya davrandın. Kapı yine çaldı. Seni suçlamakla hata ettiğimi söyledim. Kapı yine çaldı ve yay gibi gerilmiş, ayağa kalkmaya hazırlanan sense aniden çöken omuzlarınla geriye doğru yaslanıp koltuğa gömüldün. Taksiyi geri göndereceğimi söyleyerek gidip kapıyı açtım.  Paçavralar içinde güzel, genç bir kadın ve iki perişan çocuktu karşımda ki; bir an göz göze kalakaldık. Sonra;
-Buyurun, diye belli belirsiz homurdandım gayri ihtiyari.
-Ne olur, bir parça ekmek… diye ezilip büzülmeye başladı kadın.
Konuşmasından Suriyeli olduğunu hemen anladım. Daha bir cevap vermeden ben, ayaklarıma kapanıp yalvarmaya başladı.  Paçavralar içindeki omuzlarından tutup ayağa kalkmasına yardımcı oldum. Kuş gibi doğruluverdi. Ellerini kenetleyip başını önüne eğdi.
        -Ekmek mi istiyorsun, diye sordum.
Titreyen sesiyle:
        -Ekmek, dedi.
Çocukları gösterdi.
-Onlar için, diye ekledi.
Hemen arkasında saklanarak duran çocuklara baktım, her ikisinin de boyu uç uca eklenmiş üç somun ekmek kadar var, yoktu.
-Ekmek yok, dedim ne üzgün, ne de acıyan umursamaz bir sesle.
Eteğinin uçlarından sıkıca tutunmuş çocuklara doğru uzattı bir elini tekrar:
-Üşüyorlar, çok açlar, dedi.
-Yok, dedim.
-Ölmesinler, ne olur bir parça ekmek, dedi ağlamasından fırsat buldukça duyurabildiği titreyen sesiyle.
-Başka kapıya, dedim.
Geri geri içeriye doğru çekilerek kapıyı tuttum. Tam kapatacakken hızla öne atıldı. Yine ayaklarıma kapandı. Sağ ayak bileğimi sımsıkıca kavramış elleri yaşamasının tüm çaresizliğini kıymık kıymık tenime batırıyordu, ayağımla hafifçe iterek kendimden uzaklaştırmaya çalıştım. Başaramayınca tüm gücümü kullanarak bir daha itekledim ve geri üstü yere serildi. O ana kadar sessizce ve belli bir korkuyla annelerini seyreden çocuklarsa ağlayarak koşup onun üzerine atıldılar. Atıldılar da hemen iki adım önümde her birinin boyu uç uca eklenmiş üç ekmeğin boyunu geçmeyen iki çocuğu yere dökülmüş ekmek kırıntısı ve uzun ince boylu kadınıysa fırıncı küreği olarak hayal ettim bir an. Ve sen geldin olanların ne anlama geldiğini çıkarsamaya çalışan meraklı bakışlarınla. Kadın seni görünce ağlamayı sonlandırıp ayağa kalktı.
-Ne isterse hazırım, dedi. Yeter ki doysun çocuklar.
Neye hazır olduğunu anlamıştım. Sen de anlamıştın bu hazır oluşun anlamını ve bu yüzd
-Girin, dedin.
 Kara gözlerini gözlerime dikti. Yanaklarına sıvanmış saç demetleri kirden sicim gibi olmuştu. Yaşlı gözlerinde şaşkınlık bakışları donup kalmıştı. İnce, biçimli bedeni yay gibi gerilmeye başladı. Caymış gibiydi.
-Girmeyecek misin? diye sordum.

Sessizce geri döndü. Çocukların ellerinden tutup merdivenlere doğru yürümeye başladı. Daha dört- beş basamak gitmişti ki, duraksar gibi oldu. Daha bir hızlandı. Sonra olduğu yerde çakılıp kaldı. Geriye döndü. Göz göze geldik.

  • Gel, dedim.

Bir süre öylece durdu. Sonra ağlamaya başladı. Çocuklara baktı. Ve ikircikli adımlarla gelip karşımda başı öne eğik durdu yine. Sonra;
-Çocukların yanında olmaz, dedi.
-Olmayacak, dedim.
-Çocuklara karışmayacaksın!
-Asla!
Geçip içeri girdi üçü.
Ayakkabılarımı giyindim, çıktım. Merdivenleri inmeye başlamıştım ki, kapı açıldı. Döndüm.
-Başkaları olmaz, dedi. Sadece sen.
-Olmaz, dedim.
Güzel yüzü güler gibi oldu. Ancak sadece güler gibi oldu, o kadar. Kapıyı sakince kapadı. Yürüyüp indim merdivenlerden.
    Bakkaldan evde yeteri kadar olmasına rağmen bolca yiyecek aldım. Suriyeli göçmenlerin genelde ayakkabıları ya da çorapları olmuyordu. Bunu bilerek yapıyor olmalılardı. Dilenmelerinde onlara kolaylık sağlıyor olmalıydı bu durum. Yine de çocuklara kalın kışlık çoraplardan aldım. Ayakkabı aldım.
Eve geldiğimde üçü de uyuyordu. Koyun koyuna, bu yabancı ülkede, her insanın bir canavara dönüşmüş olduğu bu kalabalık kentte birbirlerine sığınarak senin oturduğun koltuğun karşısındaki kanepeye kıvrılmış ve daha çok sızmış gibiydiler.  Uyandırmadım. Poşetleri sana verdim, mutfağa gittin. Sönmek üzere olan sobaya odun attım. Çıkmadan önce dönüp kanepede kıvrılmış bu üç yersiz yurtsuza baktım. Sobanın kapı aralığından dışarıya süzülen yalımların üzerlerine sıvanan sarı aydınlığı altında kıpırtısızlardı.
  Mutfağa geçtim. Sen aldıklarımı tabaklara dolduruyordun. Çaydanlığı ocağa sürmüştün. Bense mutfaktaki sandalyeye oturup seni, çalışmanı seyrettim bir süre. Sonra balkona çıktım, sana öyle davrandığım için pişman olmuştum. Şimdiyse, senin hiçbir şey olmamış gibi, sanki her gün seni döven ben değilmişim gibi, normal bir insan ya da iyi bir insanmışım gibi isteklerimi yerine getirmenden vicdanım sızlıyordu. Beni böyle kolay affetmenin nedeni sevgi miydi, alışkanlık mı yoksa bizim yüzlerce yıl daha iyice bir belleyemeyeceğimiz kadın ruhunun kıvrımlarındaki bir yerin peydahladığı başka nedenle mi oluyordu bu, anlamaya çalışıyordum... Ancak az sonra gelip sofranın hazır olduğunu söyledin.
Anne ve iki kızı hâlâ uyuyordu. Tepsiyi ortadaki büyük sehpaya bırakmıştın. Sobaya odun atmıştın. Uyanmaları için gürültü çıkardım. Az sonra en küçüğü gözlerini aralayıp şaşkınlık içinde etrafına bakındı. Sonra bağıra bağıra Arapça bir şeyler söyleyip annesinin eteğini çekiştirmeye başladı. Anne dehşetle gözlerini araladı, yay gibi fırlayıp ayağa kalktı, hızla çocuklarına baktı. İkisi de yanındaydı. Rahatlamıştı. Arapça bir şeyler konuştu çocukla. Sarılıp öptü.
-Eve döndüğünü zannetmiş, dedi.
Ağlamaya başladın sen:
-Diğerini de uyandır. Sofra hazır, dedin.
Kadın öperek uyandırdı uyuyanı. O da aynı tepkiyi vermişdti. Demek göçmenlik böyle bir şeydi. Her an özleyen, bu yaşananların kâbus olduğuna duyulan derin inançla her an şaşkın olurdu göçmenler.
Az sonra tepsinin etrafını sarmış, sıcağa, ekmeğe, yoğurda, peynire, zeytine, yumurtaya, yağa, bala, reçele hasret altı el sofraya saldırıyordu. Yine de tüm bu açlıklarına rağmen utanabileceklerini, özellikle de kadının utanabileceğini ve sofrayı doymadan terk edeceğini düşünerek odadan çıktım. Mutfağa geçtim.
Aradan on beş-yirmi dakika geçmişti. Odanın kapısı açıldı. İkircikli adımların halının üzerine sürtünüşünü duydum. Anlamıştım, Göçmen Kadın tüm bunların karşılığını ödemeye geliyordu. Adımlar gittikçe ikirciklenerek gelip gelip mutfağın kapısında durdu. Oturduğum sandalyeden kalkıp kapıya geldim.
-Ne oldu? diye sordum.
Başını önüne eğdi ve sustu.
-Git çocuklarının yanına, dedim.
Orada, başı eğilmiş, öylece dikilmeye devam ediyor, herhangi bir devinimde bulunmuyordu.
-Hadi, dedim. Git.
Ağlamaya başladı. Dört bir yandan sarılmış, nefes alamaz hale getirilmiş insanlar nasıl ağlarsa öyle içli, öyle bulaştırıcı bir ağlamayla omuzları sarsılıyordu. Gözlerim doldu. Koluna girdim. Alıp odaya götürdüm. Çocuklar birbirlerine sokulmuş, korku dolu bakışlarla gözleri irice açılmış bize bakıyorlardı. Sen de şaşkınlığını gizleyemiyordun. Fakat yine de
-Bugün burada kalın, dedin. Çocuklar yıkansın. İyice bir temizlensinler.
-…
II
Sabah uyandığımda, her günkü gibi gözlerimi tavana dikip seninle kavgasız, mutlu geçirdiğimiz kısacık üç yılı hayal etmeye başladım. Ancak az sonra geceyi hatırlayarak fırlayıp çıktım yataktan. Banyodan gelen su şırıltısıyla uykuya dalmış olduğum geldi aklıma çıkarken odadan. Oysa sen kadına, çocuklara banyo yaptırmasını, onları iyice bir yıkamasını söylediğinde buna karşı çıkmış,
-Olmaz, demişti. Hastalanırlar sonra.
Dün yemek yedikleri odaya girdiğimde ne kadını ne de çocukları bulabildim. Perdeleri açtım. Sokağı seyrettim. Kalınlığı yarım metreyi bulmuş Kar hâlâ telaşlı bir biçimde yağmaya devam ediyordu. Üzerimi alelacele giyinip sokağa fırladım. Saatlerce boş boşuna dolanıp durdum. Sonra dönüp eve geldim. Üşümüş, belli belirsiz bir pişmanlıkla ve bu göçmen kadın bu soğukta çocuklarını doyursun, ısıtsın diye daha kaç evin kapısını çalacağını, bedenini satacağını ve yaşamanın böylesine daha ne kadar dayanabileceğini düşünerek yatağa attım kendimi.
Sen bu durumu da, diğer başka zorluklar karşısında her zamanki gibi takındığın tavrınla, sessizce, tek kötü söz söylemeden, tek çıkış yolu göstermeden kabul ettin. Fakat benim bu halim uzadıkça sen artan biçimde sessizleştin, devinimlerin bir ölününki gibi ağırlaştı ve ölü bir bedenin geri döndürülemez biçimde çürüyüşü gibi, sen de geri döndürülemez biçimde seni sen yapan özelliklerini yitirmeye başladın. Eski halin çürüdü gitti. Ne başka bir gülüşe benzeyen, sana özgü o tatlı gülüş, ne de neşeli bir bakış kaldı yüzünde. Saçların aklaştı, ellerinin derisi büzüşüp yaşlandı, duruşun, yürüyüşün, oturuşun, kalkışın hiçbir duruşa, hiçbir yürüyüşe, hiçbir oturuşa, hiçbir kalkışa benzemeyen, hatta duruşa, yürüyüşe, oturuşa ve kalkışa benzemeyen garip bir hâl aldı. Sonra tüm bu yitikliğinle kalktın çürüyen özelliklerini belki de yeniden yaşamın soluğunu üfleyip canlandırabilirmişsin düşüncesiyle yeniden kendin olabilirmişsin umuduyla yatağını ve odanı terk ettin. Ücra köylerin tepelerdeki yalnız evlerinin sessizliğini, gaz fenerinden yayılan sarı aydınlığı altında uzadıkça uzayan zamanını taşıyıp kentin ortasındaki evimizin duvarlarına nakışladın. Fakat bu sessizliğin limanından, uzadıkça uzayan zamanın okyanusundan her sıyrıldığında, bağlandığım yatağıma elinde bir tepsiyle geldin. Fakat bu sıyrılışın için bazen o kadar çok zamana ihtiyacın oluyordu ki günlerce uğramıyordun odama. Böyle zamanlar da kendimi yatağımdan aşağı atar, emekleye emekleye tuvalete gider ve geri dönerdim yatağıma. Bir lokma gitmezdi boğazımdan. Acıkırdım elbette, bir köpek balığı gibi acıkırdım hem de. Fakat mutfağa su içmek için gittiğim her seferinde kapı koluna asılmış ekmek poşetini gördükçe çiğ balıklar, Suriyeli çocukların katlanmak zorunda bırakıldıkları zorluklar, acılar gelirdi aklıma, midem bulanırdı, bu yüzden uzanıp almazdım. Seninse gaz fenerinden yelkenlinle okyanuslara açıldığını, uzak bir limanının sessizliğine gömüldüğünü düşünürdüm. Sonra, ne zaman sonra olduğunu kestiremediğim bir zaman sonra elinde bir tepsiyle gelirdin. Ve giderdin. Ve bu böyle sürerdi. Ancak bir gün, yine günlerce gelmediğin bir zaman aralığından sonra elinle bir tepsiyle odama girdiğin bir gün, ağlamaya başladın senin olmayan fakat seninkine çok çok uzaklardan da olsa benzeyen bir sesle. Kalktım yataktan. Yüzünün yarısı çürümüş gibiydi. Ya da yüzünün yarısı ücra köylerin tepelerindeki tek evlerinin sessizliği içinde, gaz fenerinin sarı aydınlığı altında uzadıkça uzayan zaman okyanusunun maviliğiyle iyileşmişti. Hangisi olduğuna karar vermek güçtü. Gözyaşların eğlenceyi seven oyuncu bir yunusun denizin yüzeyinde yarattığı izler gibi yüzünün yarısını tuzlu bir beyazlıkla çizdi, diğer yarısında irinin dolguladığı çatlakların arasına karışıp yitti. Ve ağladıkça ağladın. Sonra gideceğini söyledin. Çıktım yataktan. Duvarlardan destek alarak lavaboya gittim. Yüzümü yıkadım. Sen geldin ve aynaya bakmamı istedin, baktım. Ben ben olmaktan çıkmıştım. Sarsıldım, atılıp koluma girdin. Yatağıma götürmeni istedim beni. Balkona çıkardın, koltuğa oturmama yardımcı oldun. Bahar gelmişti. Ne kadar zaman olduğunu sordum böyle yatışımın. İki yıl olduğunu söyledin. Ve kapı çaldı. Gideceğini söyledin, sustum. Kapı yine çaldı. Doğrulmaya davrandım. Sen kapıya gittin. Az sonra geri döndün, karşıma geçtin ve uzaktan, uzun uzun son bir kere daha baktın. Pırıl pırıldı yüzün. Az sonra kapı kapandı ve derin, önceden olmadığı kadar derin bir sessizlik çöktü evin içine.
 
15 Ocak 2016
Zeytinburnu

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

04/20/2024 - 16:37
03/31/2024 - 21:39
03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...