Muhsin Bey

Elif Füruzan Uysal kullanıcısının resmi
Dede Efendi’den “Ey but-i nev edâ, olmuşum müptelâ…” dökülüyor küçük atölyeye. “Âşıkım ben sana, iltifat et bana” diyerek topluyor dökülenleri Muhsin Bey! Taze talaş ve kızılcık odunu kokan atölyesinde karanfilli çayına eşlik eden eski pikap cızırdayınca yerinden kalkıp pikaba doğru ilerliyor. Elleri zımparalanmış talaşla bembeyaz una bulanmış, gözleri nemli… Cızırdayan pikap susunca içini ve atölyeyi dolduran korkutucu sessizliğin gürültüsüne gömülüyor yeniden. Bir nevi mabedi burası Muhsin Bey’in, dünyadan saklanıp soluklandığı... Eski sedirin yastıklarına dayadığı emektar sırtı sızlıyor ince ince… Küçük pencereden kaçamak giren günışığında oynaşan, uçuşan tozlara kapılıp gidiyor Muhsin Bey…

 

“Darbenin ayak seslerinin hissedildiği, gerginliğin koyu vakitleri… Payına düşeni yaşıyor herkes. TÖB-DER üyesi öğretmen karı kocayı başka köylere sürüyorlar. İki çocukla parçalanıp gidemezlerdi, gitmediler. Onca yıllık emeklerini, ilerideki huzurlu emeklilik günlerini bir kalemde silip istifa ettiler. Karısı biraz mecburi, onun kararına saygı duyarak ayrıldı öğretmenlikten, iki çocukla akıl kârı değildi aslında yaptıkları. Zordu, çoluk çocuk bayağı bir perişan oldular. Aileleri gücü yettiği ölçüde destek olmasa ayakta kalamazlardı. Öfkeliydi Muhsin tüm bu olanlara, çaresizlik kavurmuştu içini. Baktı olacak gibi değil, büyük bir tekstil atölyesinde gece bekçisi oldu, seçme şansı yoktu. Sonra karısı özel ders vermeye başladı, matematik öğretmeniydi. Akşamları yedikleri bir tencere yağsız makarnadan bir çeşit de olsa sebze yemeğine geçmek iyi geldi hepsine, umutları dirildi. Nurhayat’ın sabrına, azmine hayran olmuştu Muhsin. Alışık olduğu düzenin bozulması, çocukların ihtiyaçlarına karşılık verememek bozguna uğratmamıştı onu, aksine dimdikti yanında. “Yeter ki sen vazgeçme, ben hep burada yanındayım.” Pes etmedi, ettirtmedi de… Yavaş yavaş hayatları düzene girmeye başladı. Eşinin öğrencileri arttı, iyi bir matematikçiydi nihayetinde. Ders saatlerini çocuklara göre düzenliyorlar, Muhsin’in evde kaldığı saatlerde o ilgileniyordu. O da memnundu işinden, asgari ücretliydi ama olsun. Sakıncalı öğretmen olunca her istediği işte çalışma lüksüne sahip olamazdı. Bekçilik güzel işti de bir de uyku bastırmasa… İki üç kere yarı uyuklar yakalanınca çözüm yolu düşünmeye başladı. Demlik demlik çay, koyu zift kahve hiç kâr etmedi. Müzik dinlemek, okumak, yazmak bir saate kadar idare ediyordu. Gündüzleri ne kadar uyursa uyusun sabah dörde doğru uyku içini esir alıyordu. Sonunda çaresini buldu. Öğretmenliğinin ilk yıllarını Devrek’te geçirmişti. Hani nereli olduğuna bir türlü karar verilemeyen Devrek! Bekârdı daha, yalnızdı o zaman. Hafta içi okulda vakit bir şekilde geçiyordu da hafta sonları ne yapılır küçücük kasabada?  Halk Eğitim’in baston yapımı kursları verdiğini öğrenince bu kursa başlamıştı.

“Dayak” der Devrekli bastona, baston yapana da “dayakçı”, Karadeniz ormanlarının kızılcık ağacı senede iki kere toplanır, bir sene kuruması beklenir sopaların. Sonra fırınlama, kesme, yontma, zımpara, boya…

 Kısa zamanda dayakçı olmuştu, kurs hocası böyle takılırdı Muhsin’e. Hocası Devrekli meşhur Müntekâ Çelebi Usta’nın çıraklığından geçen Süleyman Usta'ydı, layıkıyla öğretti baston yapımını. Orada yaşadığı üç sene içinde hiçbir kursu kaçırmaz, büyük zevk alırdı her dersten… Sonra tayin oldu, ara ki bulasın kızılcık sopasını, Süleyman Usta'yı… Yıllar geçti üstünden…

Yine de eski tanıdıklar, tanıdıkların tanıdığı derken getirtti Devrek’ten gerekli malzemeleri biraz biraz. Kızılcık sopası, manda boynuzu, kezzap, zımpara, toz kök boya derken bekçi kulübesine kurdu hemen tezgâhını, eski el alışkanlığını yeniden kazanıncaya kadar alıştırmalar yaptı geceler boyu. Çayını içer, radyosunu dinler, bastonu zımparalar; yontar, çizer, boyar, cilalardı. Bir vakit geldi, yaptığı bastonlar kahvede, bakkalın orada, tuhafiyeci Asım Abi'nin dükkânında görücüye çıktılar yavaş yavaş. Alıcı çıktı, satılmaya başlandı. Sipariş vermek isteyenler çoğaldı, dört gözle bastonunu bekleyenler arttı günden güne. Gece bekçiliğini bırakıp çarşıda küçük bir dükkân kiraladı. Hem atölyesi hem satış yeri oldu. Hatta kurs vermeye bile başladı hafta sonlarında. Kasabanın Gomünüst Muhsin Hocası, “Baston Ustası” Muhsin Hoca'ydı artık. Özeldi, toptandı, kurstu derken çok şükür yürüyordu ekmek teknesi. Maddi olarak düzene giren hayatı başka cephelerde çatlak vermeye başladı. Her şey yoluna giriyordu girmesine de Nurhayat’a bir haller olmuştu, huyu suyu değişmişti. Hırçınlaşmış, memnuniyetsiz bir kadın olup çıkmıştı. En ufak bir mesele için yorgan yakıyor, evin huzurunu hallaç pamuğuna döndürüyordu. Oğlan küçüktü de kız anlıyordu bir şeylerin yolunda gitmediğini. Annesine diklenir, ağız dalaşına girer, kavga çıkarıp soluğu babasının atölyede alırdı. Öfkesi dinsin, sakinlesin diye verirdi eline bir baston, “başla” derdi babası, “zımparayla başla…” Eli yatkındı sıpanın, saatlerce burnundan soluya soluya zımparalardı kızılcığı… Eğeyle burmalar yontar, boyaya gelince sıra harika desenler yaratırdı. Bu sırada sakinleşir, soluğu normale döner, sohbete geçerdi öfkeli sesi… Bazen edebiyata dalar, şairleri, şiirleri yarıştırırlardı bazen roman kahramanlarını kırdırırlardı birbirine, bazen de kendi hayal kahramanlarını yaratırlardı uzun uzun cümlelerle… Kızıydı, canıydı ayrı, en yakın arkadaşıydı. Erken büyümüş, hüzün gözlü hırçın prenses! Çok kızardı babasının ona prenses demesine, “Of baba, o ne ya öyle, oldu olacak Pamuk Prensesim de bari!” Aklı fikri vidada, çizide, zımparada, boyada… Sanayinin çırak çocuklarıyla arkadaşlık eder, bisiklet söküp yeniden monte yarışına girerdi onlarla… Biraz da bu yüzdendi annesiyle hep gergin olmaları, annesi ‘Nerede yanlış yaptım da böyle oldu bu çocuk?’  derdindeydi. Muhsin’e göre yanlış bir şey yoktu ortada, Nisan böyle mutluysa sorun da yoktu…

Karısıyla sürtüşmeler çoğaldıkça, Nisan da o da çözümü kaçmakta buluyorlardı. Atölyede geçen saatler uzadıkça uzuyor, ellerindeki işler bitmek bilmiyordu. Hatta sonra sonra Temmuz’la akşam yemeklerini atölyeye gönderir oldu Nurhayat. Kızıyla, oğluyla atölyenin arkasında sefertaslarını açar, kuruverirlerdi sofrayı masaya. Doğru değildi yaptığı, biliyordu. Nurhayat’ı tek başına bırakıp kaçmak çözüm değildi, farkındaydı. Nasıl baş edilir bilememişti ya da kurtarılmaya değer bir şeyler kalmamıştı aralarında. Bu konu hâlâ sızıdır vicdanında, hâlâ cevabını bulamadıklarından… Koyvermişti, su akar yolunu bulur diyerek…

Su aktı belki o hissetmedi, kayan yıldız gözünü aldığı için… Yıldız! Hafta sonu kursuna yeni katılmıştı, adı gibiydi; ışıl ışıl ışıldardı, içi fıkır fıkır… “Yıldız tozuna banıp da gelmişim ben bu dünyaya…” derdi atölyeyi çınlatan kahkahalarıyla… Kursta zaten iki üç kadın var, geri kalanı genç delikanlı. Hepsinin ağızları birer karış açık, ellerindeki kızılcığı doğru düzgün zımparalayamazlardı Yıldız şakır gibi konuştukça… Gülerdi bu hallerine Muhsin… “Yıldız! Az ışığını kıs, gözleri kamaşıyor âdemoğullarının,” diye takılırdı ona… Yıldız aynı kahkahalarla elindeki işe döner, ışığıyla güneşi kıskandırırdı. Kısmadı hiç ışığını, yaktı geçti herkesi…

 Kış ikindisinin mahmur akşamları çağırdığı vakitlerin birinde, bir kurs bitişi “elindekinin bitmek üzere olduğunu, boyasını bitirip cilâlayacağın”ı söyleyerek geçe kaldı Yıldız, abisine hediye edecekti bastonu. Çok heyecanlıydı, şakıyarak anlatıyordu abisini. Yıldız tozlarının büyüsüne kapılmıştı adam, ışığıyla yıkıyordu ruhunu, kapılıp gitti… Sözcüklerin yetmediği bir an, bir yer vardır; oradaydı…

 Şiddetle çarpan kapının sesiyle yıldızlı rüyadan uyandı, uyandılar. Rüzgâr çarpamazdı bu şiddette o koca ağır kapıyı. Koştu, sokağa bakındı, yoktu suçlarına ortak çıkan bir Allah’ın kulu! Uyandıkları rüya kâbusuydu artık.  Nurhayat, Nisan, Temmuz vardı. Olmazdı, olamazdı… Ağlayarak çıktı atölyeden Yıldız. Ne uzun bir akşamdı o akşam, gecenin dibi ne koyu karaydı…

 

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

04/20/2024 - 16:37
03/31/2024 - 21:39
03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...