Yıllar nasıl da su gibi akmıştı. Neden ah çekilir bilinmez. Hâlbuki hayatımızın en uzun dönemi, öğrenim sonrası, savaşa gider gibi uygulama zırhına büründüğümüz o sancılı süreçtir.
Yer Gaziantep, sene 1983. Yatlı okulun dört yılını geride bırakıp mezuniyet sınırına dayanmıştık. Bir yanda seviniyor, diğer yandan da arkadaşlarımızdan ayrılacağımız için üzülüyorduk. Aslına bakarsanız, neyin ne olacağını bilmiyor, her şeyi tozpembe görüyorduk. Elimize diploma diye bir kâğıt tutuşturulmuş, dört yılımızı geçirdiğimiz “Hababam“ ayarındaki sınıfımızdan ayrılmıştık. Hababam dedim de öyle tembel falan değildik. Kısacası, hem matrak, hem de idealist bir sınıftık. Belki bir gün yaramazlığımdan bahseder de güldürürüm sizi.
Valizlerimizi aldık doğru eve. Kimi iline, kimi köyüne… Bense baba evi olan köyüme. Ankara‘dan tayinlerimiz belli olana kadar bekleyecekmişiz. Fakat günler geçiyor tayinimden ses yoktu. Merkezde oturan arkadaşların çoğu göreve başlamıştı bile. Sonra öğrendik ki, tayin mektubum gelmiş, bir yere takılıp kalmış. Neyse geç de olsa çıkmıştı ya. Zarfı büyük bir heyecanla açtım. Nereye çıkacak diye merak ediyorum. “Ah, Kahramanmaraş!“ Sevinçten uçuyorum. Yalnız, çalışacağım yeri İl Sağlık Müdürlüğü belirleyeceği için kendimi frenlemem gerekiyordu. Babamla hazırlanıp Maraş‘a gittik. Babam, Bertiz‘e çıkmasın da nereye çıkarsa çıksın“ diyordu. Galiba geri yerlermiş. İl Sağlık Müdürlüğünün tayin bölümünde elimize bir kâğıt tutuşturuldu. “Aha burası“ dendi. Bir de yol harcırahımı almam için ne yapmam gerektiğini söylediler. Görev yerim; Elbistan‘a bağlı Karamağara Sağlık Ocağı...
Tekrar köyümüze döndük. On beş gün içinde görev yerimde olmam gerekiyormuş. Bu arada amcaoğlu Yusuf‘la konuştuk. O daha önce görmüş orayı. Elbistan‘a şu kadar uzaklıkta, oldukça kalabalık bir köymüş. Ondan sağlık ocağı yapılmışmış. Diğer bir özelliği ise dağlarla çevrili çukur olmasıymış. Kuyu gibi yani. Gökyüzünden başka bir yer gözükmezmiş. Sonra ekledi. “Ha unutmadan söyleyim“ dedi. “Köyün meşhur bir delisi var. Köyün girişinde gelen araçları durdurur para ister, vermeyenlerin aracını taşlar.“ Tam da öyle oldu, kuzenimin anlattıklarını bir bir yaşamaya başladık.
Çok sıkılırdım. Bazen boğulur gibi olurdum. Penceremin önüne kurulur, sessizce ağlardım. Köyümü düşünürdüm. Köyün önünde alabildiğine uzanan kızıl tarlaları. Tek tük meşe ağaçlarını, kel bayırları… Evimizin önünde kışın alçalıp, yazın kabaran dereyi… Kenarında toplanan çakıl taşlarını… Keşke orada olsam da bir çakıl taşı olsam derdim. Küçük, kırmızı bir çakıl taşı.
9.08.2014 Ankara
Çakıl Taşı