
FELSEFENİN DİPSİZ KUYUSU II. BÖLÜM 3
Rengâreng bu aralar kafayı feminizm ile bozmuştu öyle böyle değil! Felaket bir erkek düşmanıydı bir süredir. Daha bu sabah Nermin’e yanlış kavramları, eril kelimeleri kullanıyor diye kızmıştı. Freud’a tekmeyi bastığı halde feminizm çözümlemesinde psikanaliz yöntemini kullanmaya başlamıştı yine. Çocukluğunu anlatmasını istediği Nermin, ona köyünden bahsetmişti.
“Köyümüz çok güzeldir,” diye başlamıştı Nermin.”
“Hımm. Güzellik dişiye mahsus. Köyünüz dişildir.”
“Ama adı Ramazan'dır köyümüzün!”
“Nıçç! Nıçç! Olamaz. Erkek egemen zihniyetin bir saldırısıdır bu. Köy dişil bir kere. Ismini değiştirmek lazım”
“Ramazaniye olabilir mi?”
Nıç! Nıç! Küçük bir ekle yine erkeğe bağlanıyor. Olmaz! İsmi ‘Tanrıça Minerva Atena’ olsun!”
“Ama bu kafir ismi! Köylüler kabul etmez ki!”
“Sen bu ismi kullan hele, sonrası gelir. Evet, devam et çocukluğunu anlatmaya”
“Babamın ilk karısı...”
“Nıç! Nıç! Karı değil eş”
“Hee, tamam. Babamın ilk eşi ölünce babam annemi almış”
“Nıç! Nıç! Annemi almış ne demek! Annen mal mı, eşyamı?”
“Haa, hee, tamam. Annemle evlenmişler. Annem bana hamileyken...”
“Nıç! Nıç! Annemel babam bana hamileyken, diyeceksin”
“Ama babam hamile değilmiş ki! Sadece annem hamileymiş”
“Bak! Dilde değişim olmazsa kafada da olmaz. Hamileymişler, demelisin”
“Tamam. Annemle babam bana hamile ikenler annem hastalanmış, beni hastanede doğurmuş. Yani doğurmuşlar ikisi birden. Sekizinci kızları benim”
“Nıç! Nıçç! Kız değil kadın.”
“Hee. Sekizinci kız bebek, pardon sekizinci kadın bebekleri ben olmuşum”
Tekrar havalandırmaya dönecek olursak, Sanike Yayla’ya vermek için hiç duraksamadan küreği elimden aldı. Kafama yediğim kartopundan dolayı beni anında vasıfsız işçi sınıfına koymuştu. Yayla bana hava ata ata kar küremeye başladı. Bu arada Rengareng’in kardanadam, şey pardon, kardankadın önerisi havada kaldı. Zaten tembelin önde gidenidir Rengareng. İki tur kar toplar sonra işi bize yüklerdi. Kardanadamı, yani kardankadını yapıp bitirdiğimizde de, hani şu ter içindeki öküzün sırtındolu sineğin, iş bittikten sonra onu dürtüp “Tarlayı sürerken amma da yorulduk” demesi gibi kardanadamın, tamam tamam kardankadının havasını atacaktı.
Rengareng’in kardankadın önerisiyle beraber gelen ve tam kafamın tasını attıracak şekilde isabet eden kartopu, elimdeki küreğin, Kürek Bakanı Sanike tarafından alınıp Yayla’ya devredilmesine neden olmuşsa da en azından, kendi gençliğini bir beyzbol sopası gibi durmadan Nermin’in başına başına vuran Gülistan Ana’nın gündeminin değişmesine ve Nermin’in onun dilinden kurtulmasına yol açmıştı! Evet! Ben iflah olmaz bir Pollyanna, bıkmaz usanmaz bir “Her Işte bir hayır vardır” cıyımdır. Leibniz’in gözleri yaşarmıştır!
Bu arada kürek bir iki el değiştirdikten sonra yine Sanike’nin eline geçti. Ben küreği vermesi için etrafında yalvar yakar dolanırken kürekleri toplama için dış kapıdan seslenen erkek personel hayallerimi tuzla buz etti. Sanike, bu kadar erken istenmesine kızsa da gönülsüz bir halde kapıya gitti. Ve o muhteşem Türkçe’siyle pazarlığa başladı.
“Niye hemen aliyorsunlar? Dunye kader kardar var havalandırmalarmadan”
“Mecburum almaya. Bir saatliğine verilmişti” dedi erkek personel kibarca.
“Weyy! Ma bu kader karlar nasil bir seette bitsinler”
“Tamam. Söz veriyorum, yarın daha erken getiririm.”
“Haa, yarin kesin getiriyorlarsın”
“Söz verdim ya.”
”Temam. Ema bak sen soz verdi. Yarın kesin, kesin seni istiyorum haa!”
“Hıı? Ha tamam anladım. Benden istiyorsun.”
“Bak, eger sozin tutmesen seni babanden istiyorum.”
Herhalde Allahû Tealla, sırf Sanike bu dünya tarihine geçecek potu kırsın diye, babası da aynı cezaevinde başgardiyan olan bu personeli yollamıştı kürekleri toplamaya. Allahtan Sanike’nin kendine has Türkçe’sine aşina oldukları için Sanike’nin ne dediğini az çok anlıyorlardı.
Sanike’nin sözlerine kulak misafiri olan bizler kahkahalarla yerlere serilmişken, havalandırmaya döndüğünde ne olduğunu anlamaz halde şaşkın şaşkın bakmaya başladı. Nihayet azıcık toparlana Yayla ona kırdığı potu anlatınca Sanike “ Wey li min ê!” deyip dizlerini dövmeye koyuldu.
Yayla onun bu haline bakıp bakıp gülüyorken ayağıkaydı ama son anda koluma tutunacak düşmekten kurtuldu.
“Az daha düşüp kafamı kırk yerden kırıyordum. Çok şanslıyım!”
Öyle ya, çok şanslıdır Yayla! Kendisine müebbet verildiği vakti, üç ay gibi bir cezası olan kimlik davasından beraat etmişti. Koğuşa gelir gelmez ellerini çırpmış “Arkadaşlar! Vallahi çok şanslıyım. Müebbet aldım ama kimlik cezam düştü!”
Ayrıca yaşadığı küçük olayları çok büyük felaketler, badirelermiş gibi anlatmayı çok sever. Bir sabah havalandırmada koşarken çok küçük bir su birikintisine basıp ayakkabısını ıslatmıştı. İçeriye geldiğinde ayakkabısının neden ıslak olduğunu soran arkadaşa şöyle cevap vermişti bizim şanssız şanslı Yayla.
“Hiç sorma, hiç sorma! Başıma öyle şeyler geldi ki, inanamazsın. Zaten dertler hep beni bulur! Ne zaman çamaşır yıkasam yağmur yağar. Ne zaman bulaşık yıkasam su kesilir. Neyse başıma gelenleri anlatayım. Koşuyordum. Bir baktım karganın biri ağzında koskocaman bir ağaç kütüğü başımın üzerinden geçiyor. Kütük düşer de kafamı kırar diye...”
“O kadar büyük müydü kütük? Nasıl taşıyordu?”
“Yani, işte ağaç dalıydı. Kocaman bir dal.”
“Dal mı?”
“Yani, işte şey gibi. Çubuk, çubuk”
“Çubuk çok mu büyüktü?”
“Ya işte saman parçasıydı herhalde. Neyse, ben kargayı görünce onun uçtuğu yerden uzaklaşayım dedim. Yönümü değiştirince gölün içine dalmayayım mı?”
“Göl mü? Havalandırmada göl?”
“İşte su kanalı.”
Sanike dizlerini dövedursun, koğuşun tatlı kuşu, cimcimesi, minnoşu, şirinler şirini Arara, üzerinde en az yüz tane kazakla havalandırmaya fırladı. Dört yaşındaki bu tatlı bela, annesiyle birlikte bir süredir bizimleydi. Arara tatlı olduğu kadar da zeki idi.
Ben bir elinden Nermin diğerinden tutarak yürümeye başladık. Aman, aman, çocukları bitmek bilmez soruları. Filozof Arara her şeyi ama herşeyi soruyordu.
“Pu ne?”
“Bulut”
“Pu?”
“Ee, didim ya bulut. Biri bulut evet, yanındaki de bulut.”
“Hepşi mi pulut?”
“Evet. Şimdi sen şu gördüklerinin hepsini bulut kategorisine hapsedeceksin. Akıl ve, ve, ve demez. Bulut ve bulut ve bulut demeyeceksin büyüyünce.”
“Hımm? Peki pu ne?”
“Pencere.”
“Pencele ve pencele ve pencele, değil. Pu da pencele pu da pencele, değil. Hepşi bil pencele. Peki pu ne?”
“E! Bulut! Aa, ama olmaz ki bildiklerini de soruyorsun”
“Ama pajka pişey yok ki! Yukalda pulut, aşağıda pencele”
“Haklısın vallahi. Hep aynı şeyler. Ama felsefeyle zenginleşebilir varlık dünyası. Rutin günlük yaşamımızın en sıradan şeylerinin ardında yatanları görmeye çabalayınca şaşırtıcı, ilginç bir hale dönüşüyor her şey.”
“Evet, öyle” dedi Arara ciddi bir sesle.
“Tamam, Felsefik sorulara tam manasıyla cevap yok. Ama bu sorular dünyayı tekrardan bilinmezlik haline döndürüp çok ilginç bir yer yapmıyor mu? Şu pencere var mı yok mu? Bu soru bile ne kadar enteresan kılıyor pencereyi. Ben bakmazken de varlığını sürdürüyor mu pencere? İmgelemimin bir sonucu mudur? Bir düş belki de! Nasıl da ilginçleşti pencere, öğle değil mi? Ya bırak pencereyi, kendi varlığımızın kesinliğinden de emin değiliz. Kendimizi bu kadar ciddiye almamamız için bir sebep daha.”
“Bakmayınca var” dedi Nermin
“Hıı? Var olan ne?” dedim.
“Hani sen dedin ya, ben bakmazken de varlığını sürdürüyor mu pencere? Diye. İşte senin arkan dönükken ben baktım, pencere hâlâ duruyordu yerinde”
“Peki pu ne?” dedi Arara neyse ki! Yoksa Nermin’in sözlerinin neden olduğu “Beni bir tek sen anladın! Off of sen de yanlış anladın!” şokundan uzun müddet kurtulamayacaktım.
“Araracığım demin onun bulut olduğunda anlaşmamış mıydık?”
“Tamam. Peki pu ne?”
“Offf! Pencere”
“Şimdi iki tencere var diyorsun yani?” dedi Nermin bir saat evvel konuştuğumuz konuya yeniden dönerek.
Hayır! Pes etmemeliydim. Nermin benim filikamdı. Can simidimdi. Diyalogdaşımdı. Ve evet, hâlâ umut vardı. Hâlâ tencereye tutunarak yol alabilirdik.
“Evet, Nerminciğim. Ama iki tencere demeyelim de, hani kast ettiğim mecazen...”
“Mecazen ne demek?” dedi Nermin merakla.
“Yani mesela sevinçten eteklerim zil çalıyor dediğimde...”
“Haa! Zilli eteğin mi var?”
“Hayır. Bak, bu bir mecazdır. Etek zilli değil. Sevincimi ifade ediyor. Bak, mesela acımasız birine “Taş Kalpli” diyorsun. Gerçek taş değil yani.”
“...!?”
DEVAM EDECEK
LEYLA ATABAY
Fotoğraf: Arif Kılıç