NUMARALI ROBOTLAR/ ALİ RIZA AKSIN

Ali Rıza Aksın kullanıcısının resmi
İlginç bulmuştum okulu. Kireç, macun, beton kokuyordu. Duvarda, ‘’Yaramazlık yok, yakarım ha!’’ anlamını çıkardığım bir resim asılıydı. Nereye gitsem, o yana bakan, çatık kaşlı, sert bir adam... ‘’Atamızmış’’ Gerçi, atama benziyen bir yanı yoktu ya koskoca öğretmen de yalan söylemez ki... Aklımdan geçen ellem çeşit korkuyla ezilip büzülüp, küçüçük kalmıştım. Ta ki saçlarım okşanana dek. ‘’Söyle bakalım güzel çocuk, adın ney senin? ‘’ ...........

Cıvıl cıvıldı sınıf. Kızlar, ayrı oturur, ayrı takılırlardı. Her birimizin gözüne kestirdiği, ‘’Benimdir’’ dediği biri vardı ki, benimkisi Elif’ti. Tatlı mı tatlıydı. O da bunu anlamış olmalı ki, elini çukurca açar, kardeşlerimden fazlasıyla aşırdığım, üzüm ve fıstıklarımdan az sızdırmazdı. Hangi kızın hangi oğlana ait olduğunu bilir, ona göre davranırdık. Tartıştığımız da olurdu ama bundan kızın bile haberi olmazdı.
Her birimize bir numara verildi. Tesadüfe bak ki, 1 dediler bana. Elif’e 5, ablama 15, Ayvaz’a 2, Şükrü’ye 12, Zommo’ya 19, Mehmet’e 14, Çakal’a 23, Husko’ya 31, Güllü’ye 8, Nazife’ye 24, Öker’e 25, Yusuf’a 23, Mustafa’ya 21… Tipler, yüzler, kişiler, birer numara oluverdi hemen. Numaralar geliyor,numaralar gidiyor, tembel, çalışkan, yalancı, ispiyoncu, masum, kavgacı, çirkin, güzel, zayıf, güçlü, her role girip çıkıyorlardı. Sevmedim bu numara işini; yediğim dayakları, numaramın basitliğine yorar, yaramazlığımdan asla taviz vermezdim. Kabus dolu kaç rüya gördüğümü, o lanetli andı kaç defa okuduğumu, kaç tokat, kaç sopayla tanıştığımı anımsamasam da küçük bir sorunum vardı: Ne öğretmeni, ne de büyükleri anlıyordum. Tuvaletin gerisinde, arkadaşlarla buluşur, yiyecek değiş tokuşu yapar, paydos sonrası ne yapacağımızı tartışırdık. Hepsi o kadar. Hele öğütleriyle teselli bulduğum Meryem Ablam da olmasa halim haraptı.

Bir gün, şehirli bir oğlan, ‘’Kahkeeeee, şekerli, küncülü kahkeleeer!’’ diye bir öttü ki, yerimizde duramadık. İçimizdeki canavar, uyandı uyanmak üzere... Büyükler, onunla gider gibi yapıp simitlerini aşırdılar. Yanısıra da, ‘’Şekerli, küncülü kahkeleeer!’’ diye bir çığırışları vardı ki... Çok sonra boş bir tepsiyle dolaştığını anlayan simitçi, olduğu yere çöktü, ayaklarını ileri geri ederek ağlamaya başladı.
Elif koştu, lojmanı tıklattı. Öğretmen, depodan, kalın bir çıtayla çıktı. ‘’Öğretmenim, ben çalmadım’’ diyecek oldumsa da diyemedim. Avuçları yaka yaka gelen sopa, yaklaştı, yaklaşmak üzere. Düşündüğüm şey kaynayıp kabarıp dilime kadar geliyor, ama kelime olup dökülemiyordu. Hırsımdan hüngür hüngür ağladım.

İki ay geçti. ‘’Dışarı!’’ dedi öğretmen. Bir şey dedi ya anlayamadım. Meğer, okulu çeviren betona, nohut büyüklüğündeki taşlarla fişlerimizi yazacakmışız. Herkes gibi ben de taş aramaya koyuldum. Karınca yuvası gibi bir yerde, kurumuş otların arasında bir sürü buldum. ‘’Mayre Mayre, vere vire çijı kevre!’’*
‘’Gel!’’ dedi öğretmen. Dik dik yürüyüp önünde durdum. Aferin alacağımı düşünürken, iki tokat yedim. Oturdum, pirpirim gibi gözyaşı döktüm. Bir süre,
yüzümde, kolanyalı bir elle dolaştığımı sandım. Etkisi geçer geçmez de bağırdım. ‘’Mayre Mayre, vere vire çijı kevre!’’* Biraz şaşkın, ‘’Gel’’ dedi öğretmen. Bu kez çekine çekine gittim. Aynı el, kulağımdan tutup, vida gibi döndermeye başladı. ‘’Ağğ, uğğ!’’ koptu kopacak. O anım fotoğraflansaydı, azar bile işitmemiş, şımarık bir çocuğun hali nasıl olurmuş görülürdü. Gözümü ondan, özellikle de elinden ayırmadım. Kalkan el, suratıma ineceğine kulağıma indi. Gözümde çıngı, kulağımda siren gibi bir ses. Ablam, ağlamaklı ağlamaklı, sadece benim duyabileceğim bir sesle, ‘’Kade ta tı ji Kırmanci deymeke’’* diyebildi. Hıçkırıklara boğulup taş aramaktan vazgeçtim. Öyle ki, kılımı oynatsam tokatlanacağımı sandım.
Yıllarca, parfüm kokanlardan, kravatllı, takımlılardan uzak durmaya çalıştım. Ne zaman resmi bir dairenin kapısına gelsem, önce korkumu yener, sonra içeri girerdim.

Üçte birimizin okur yazar olduğu günlerdi. Zil çaldı, apar topar içeri girdik. Ter, toz, osuruk kokusu... İlk işi, pencereyi açmak oldu öğretmenin. Yüzü yüz değildi ama… Bir şey vardı ya neydi? Ceylanların, saldırıdan önceki durumunu yaşıyorduk. Kabak kimin başında patlar, fırtınadan kim ne kadar nasiplenir bilemiyorduk.
Yoklamadan sonra ‘’Tuvaleti karalayanlar çıksın!’’ dedi öğretmen. Çıt yok.
‘’Ben çıkarmasını bilirim!’’
Paçasından şaklattığı sopasıyla yürürken de konuşuyordu:
-Çıkarın defterlerinizi!
Çıkardık.
-Yazın! Öğretmenin anasını, avradını…
Yazdık.
-Getirin.
Götürdük. Uzun bir incelemenin sonunda,
-Mulla tahtaya, dedi.
Mulla, Türkücü Haci’nin oğluydu. Hareketli, heyacanlı bir tipti. Titredi,
-Ben yazmadım örtmenim, dedi.
-Sen yazdın!
-Yazmadım!
-Yazdın!
Apış arası ıslandı, paçasından aşağı bir su aktı Mulla’nın. Su inceldi, ön sıranın önünde durdu.
-Babam ölsün ki ben yazmadım!
-Yazdın!
-Anam ölsün ki ben yazmadım örtmenim…!
-Kes!
Çiftlik malı nar çubuğu, Çakal’ı döverken kırılmış olduğundan araç gereç odasından bir keserle döndü öğretmen. Sapı keserinden ayırıp, ‘’Aç aç!’’ dedi. Elini kaçıran Mulla, rastgele yediği sopalarla ‘’Oy anam!’’ diyerek bağırdı. O bağırdıkça da sıraların altına kaydık. Dayak faslı bitmiş, öğüt faslına geçilmişti. Mulla, öğretmenin anlık bir gafletinden yararlanıp kaçtı. Husko’yla Çakal da peşi sıra. Kovalama, çeşmeden yukarı evlerine kadar sürdü. Yakalayamadılar. Çok
geçmeden de annesinin yanında içeri girdi Mulla. Kadın açtı ağzını, yumdu gözünü:
‘’Şu çocuğun halına bak, tu utanmaz herıf! Tuşman mısın sen? Din yok, vicdan yok, köpek yok, sopa yok gezersin köyde. Duva et erkekler yok. Hele bir gelsinler!''
Kızarıp bozaran öğretmen cesaretini toplayıp bağırdı:
‘’Çık dışarı!’’
Çıkmadan önce, döndü, tükürdü Ete.
‘’Akşama görürsün!’’
Öğretmenin çıkışı şaşırttı bizi. ‘’Vay be, ne cesaret! Değil Ete, köyün hepsi gelse vız gelecek adama’’ Ama Ete de, analarımızın yerini alan gerçek bir kurtarıcı gibi gemişti bize. Neredeyse zırıl zırıl ağlayıacaktık: ‘’Kurtar bizi Eteeee!’’

Neydi bu başımıza gelen yahu? Oysa dışarısı ne kadar da ilginçti. Nerede o yazı yaban dolaştığımız, kendi dilimizle konuşup, keyfimize göre eğlendiğimiz günler? Sadece ben mi? Çakal, Husko, Mahmut, Gıvış, Bozo, Şükrü, Zomo, Ahmet, Mehmet de aynı durumdaydı. O şen şakrak, o ordulara bedel
çocuklar yoktu artık. Ne o deli cesaretimiz, ne de ağız dolusu gülüşümüz kalmıştı. Öğretmen, ihbarcı korkusu, çocuk yanımızı öldürmüş, siyaha bürünmüş, ruhsuz cücelere döndermişti bizi. Kısa, ürkek bakışlarımızdan başka, birbirimize sunabileceğimiz bir şeyimiz kalmamıştı.

*Mayre Mayre, vere vire çijı kevre: Koş Meyrem burası
dolu taş!
*Kade ta tı ji Kırmanci deymek e: Kurbanım sen de
Kürtçe konuşma.

Not:Kayıp ZamanlarDergisi'nde yayınlandı.

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

04/20/2024 - 16:37
03/31/2024 - 21:39
03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...