Boşa giden yıllar /Yaşar Çiçekdemir

Necmettin Yalçınkaya kullanıcısının resmi
Derler ya acı haber tez duyulur. Benim haber de ses hızından çabuk duyulmuştu. Duyan arkadaş bir diğerine aktarıyordu. ”Duydun mu, yurtdışı kararı gelmiş. İki hafta süre tanınmış. Bu ikinci yurtdışı kararı.” Kulaktan kulağa ulaşıyordu.

Bakanlığın kararı kabul edilir türden değildi. Kendi geçimini kendi temin eder konumundaydım. Devlet kasasından herhangi bir ödenek almıyordum. Parazit olarak yaşamıyor, alın terimin karşılığını yiyordum. Devlete, kazandığım paranın her kuruşunun vergisini de aksatmadan ödüyordum.
Bakanlığın komik bir gerekçesi vardı yurtdışı edilmem için. Kargaların bile güleceği cinsten, “İşletmekte olduğu kafeteryanın Hollanda ekonomisine bir katkısı yoktur!” deniliyordu. Ben sıradan bir öğrenci olarak gelmiş, süreç içinde bir de kafeteryaya ortak olmuştum. İşletmekte olduğum fabrika değildi ki! Aynı koşullarda bir fabrikaya sahip olmak ancak rüyada mümkündü. Benim konumumsa tüm çıplaklığı ile gerçekti.
Nasıl ekonomik olarak desteklenmeyen kültürler zenginleşemezlerse, ben de işlettiğim yerin ekonomik desteği ile ayakta duruyordum. Hollanda’nın kültür mozaiğine katkıda bulunuyordum. İşyerine Türkiyeli arkadaşlar geliyor, Hollandalı arkadaşlarla düşünce alışverişinde bulunuyorlardı. Bir birey olarak benim katkım bundan başka ne olabilirdi ki?
Bu gerekçeler Hollandalı arkadaşları da güldürmüştü. Çok saçma bulmuşlardı. Böyle bir saçmalık onların da harekete geçmelerini sağladı. Önce basınla ilişki kurup, halka duyurulmasını sağladılar. Yurtdışı kararını kabul edemiyorlardı. Birçok parazit varken neden ben? Olay kamuoyunda duyulmuştu. Gazeteden öğrenenler, her karşılaşmamda bir haksızlık olduğunu ve bunun kabul edilemeyeceğini tekrarlıyorlardı. Olay adam olmuştum. Bazı gazete ve dergiler benimle ilgili yazılar yayınlıyorlardı.
Aynı türde bir olay yaşamış olan Kunst Academie (Güzel Sanatlar Akademisi) öğrencilerinden Burhan, canla başla çalışıyordu. Yaşadığım stresi o da ikinci defa yaşıyordu. Onun öncülüğünde bazı yüksekokul öğrencilerinin katılımı ile Hollanda Adalet Bakanlığı’nın, adaletsiz kararını protesto yürüyüşü düzenlediler. Etkisi hemen görüldü. İlk raunt kazanılmıştı. Bakanlık, halkın duyarlı tepkisi karşısında geri adım atmış, yıldırım mahkemesinde görüşülmesi gereken dava, belirsiz bir tarihe ertelenmişti. Ne yazık ki bu gelişme oturma izni verileceği anlamına gelmiyordu.
İşte böyle bir dönemde, Saz ustası Agop’dan bir teklif geldi.
“İstersen bir Türk restoranı açalım. Açacağımız iş yeri büyük olacağı için senin oturum sorunun da çözülür”dedi. 
Önerisi iyiydi. Ama benim yeterli param yoktu.
“Olsun, benim parayı koyarız, sonra belki kafeteryayı satarız. Bunlar da restoran açmamıza yeterli” sözleri beni ikna etmişti. Agop'un insanüstü harcadığı enerji ile caddenin biraz ilerisinde kiraladığımız yer, çalışır hale geldi. Yeni yer için bir sevgili kadar tutkulu olduğum kafeterya da satılmıştı. 
Avukatım oturum için yeniden başvuru yaptı. Büyük bir restorana sahip olduğum, daha fazla insanın çalışacağı, Hollanda ekonomisine katkılarının ne olacağını anlattı da anlattı...
Zamanın akışını durduramıyordum. Akıp gidiyordu zaman, hangi güç ona engel olabilirdi? Oturumdan henüz bir haber yoktu. Elimdeki Türk pasaportu son defa uzatılmıştı. Polis vizesi ile de olsa, doğup büyüdüğüm yerleri görmenin son fırsatı idi. İki haftalığına da olsa akraba ve yakınlarımı görmeye gittim.
Tüm yakınlarım –biri hariç- beni karşılamak için sevgi yumağı oluşturmuşlardı. Annemi aralarında göremiyordum. Beni o kadar severdi ki sınırı tarifsiz. O kadar çok seven annem neden karşılayanlar arasında yoktu? Usum yanıtsız soruların ateş çemberindeydi. Soran gözlerle bakıyordum hepsine. 
“Annem nerede, neden beni karşılamaya gelmedi?” 
Hepsinin başları öne eğik ve hareketsiz duruyorlardı.
Ben yokken bir fırtına yaşanmıştı. Ve de benden gizliyorlardı. Belki de geçireceğim bir şoktan korkuyorlardı. Eve girdim, alt ve üst katın tüm odalarını aradım. Yok, bir türlü göremiyordum. O an belleğimin derinliklerinde sesi çınladı. 
“Oğlum hoş geldin, sefalar getirdin. Neden beni bu kadar beklettin. Bilirsin seni ne çok severim, hep senin üzerine titrerim.”
Ne yapacağını şaşıran ben her tarafta onu arıyordum. Babam, kardeşlerim ve diğerleri peşimdeler. 
“Annem nerede, ne oldu anneme?” diyorum. Hepsi bir ağızdan:
“Hastanede yatıyor” diyorlar. Ama inandırıcı değiller. Önce babam başladı:
“Ne yazık ki senin yokluğuna kalbi dayanamadı. Hep seni sayıklaya sayıklaya…” dedi, konuşmasının sonunu getirememişti. Her zaman soğukkanlı olan babam hüngür hüngür ağlıyordu. Biz de onunla beraber habire ağlıyorduk...
Annemin durumu aydınlığa kavuşmuştu. Zaten tekleyen kalbi yokluğuma dayanamamıştı. Geçirdiği kalp krizi yaşama veda etmesine yetmişti annemin. Sözde bir neşe ile geçmesi gereken iki hafta, büyük bir iç çöküntüsü ile noktalanmıştı. Onun ölümü ile çok sevdiğim memleketimde kendimi yabancı birisi gibi duyumsuyordum.
Hollanda’ya döndüğümde, Schipol Havalimanı gümrüğünden endişeyle geçmiştim. Haksız da değildim, sürekli oturma iznim olmadığından girişte zorluk çıkartabilirlerdi. Ama korktuğum başıma gelmedi.
Tren yolculuğu bir türlü bitmek bilmiyordu. “Bir an önce bitse de yıllarımın geçtiği şehre ulaşsam,” diyordum. Oturduğum şehir çekiyordu. Adım adım ezberlemiştim koca şehri. Arkadaşların yakınlığı çekiyordu. Onlarla kardeş gibi yakın olmuştuk. Neden bir tarafta Cees, Jan, Marcel, Alex, Rene, Poul, Anita kardeşim gibiydiler de karşı tarafta, -yirmi birinci asra girerken bile- bazı insanlar halâ din, dil, ırk gibi kavramların peşinden gidiyorlardı? Sinek küçüktü ama yine de mide bulandırıyordu. Trende kafamın içi hep bu soru ve yanıtlarla uğraşıyordu. Yine de halkın ezici bir çoğunluğu, bu mikroplu sineğe karşıydılar. Bu da beni karamsar düşüncelerden biraz olsun çekip kurtarıyordu.
İki odalı evime gelmiştim nihayet. Ne annemin sıcak bakışları ne de başka yakınlarım beni bekliyordu. Dört duvarın buz gibi soğuk yüzleri, ‘hoş geldin’ dercesine bana bakıyorlardı. Ve bir de kitaplarım, her şeyden çok sevdiğim kitaplarım. Stendhal'ın Kırmızı ve Siyah'ı, Balzac'ın Goriot Baba’sı, Çehov'un öyküleri, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı ve diğerleri sevgiyi, iyiyi, güzeli, çirkini öğreten kitaplar. Barışı, kardeşliği dostça bir arada yaşamayı ve bize kim olduğumuzu öğreten kitaplar. Siz olmadan, bizim bir hiç olduğumuzu, bilimin derinliklerini öğreten size olan tutkumu bir bilseniz.
Günler değil, yıllarım boşa akıp gidiyordu. Bir sonuç alamıyordum. Karşılaştığım her tanıdık; “Ne oldu, henüz bir haber yok mu?” diyordu. Ne yapacağımı iyice şaşırmıştım. İki haftalık izin yapalı beş yıl olmuştu. Başka izine de gidemiyordum. Her türlü gereksinimi karşılanan, açık mahpushane mahkûmuna benziyordum. Ne yazık ki yurtdışına çıkmam olanaksızdı. Pasaportumunsa hiçbir işlevi kalmamış, sevdiklerime ulaşamayışın ezikliği beni yiyip bitiriyordu. 
On yıl dolmak üzere, bana verilen umut, yıllarımı boşuna yiyip bitirdi. Uluslararası Adalet Divanı’nın toplandığı bir ülkede, on yılın insan yaşamında hiç mi değeri yoktu?
Sorular sorular, yanıtsız sorularla geçen yıllarımı kim geri verecekti?

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

04/20/2024 - 16:37
03/31/2024 - 21:39
03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...