İsmail

Nejla Arslan kullanıcısının resmi
Dağlardan ovaya doğru yağmur suları olanca hızıyla akıyordu. Bulutların karattığı havayı aralıklarla çakan şimşekler aydınlatıyordu. Dağların eteklerine düşen yıldırımlardan çıkan ufak çaptaki yangınlarsa yağan yağmurla kararıyordu.

Dağların gölgesinde kalan, tepelerin ardından başlayan çıplak dağların üstündeki bitki örtüsü yemyeşildi. Karşı dağlara yağan yağmurun kokusu geliyordu İsmail’in burnuna. Otlayan koyunları aceleyle toplamaya çalıştı. Ne yaparsa yapsın, hızla yaklaşan kara bulutlara yakalanacaktı. Küçük torba içine koyduğu bulguru ve ekmeği nereye saklayacağına karar veremedi. Herhalde yine ıslanacaktı.  Elindeki sopasıyla toprağı eşeledi, çalı çırpı topladı. Bez torbadaki bulgur ve ekmeği, deriye basılmış bir parça çökeleği naylona sarıp açtığı çukurun içine koydu, üstünü de çalı çırpıyla kapattı.  Rüzgâr hızlandıkça hızlandı. Karşı dağlara yağan yağmur kesmiş olmalıydı. İnce ince çizgilerin yerini parlak bir güne bırakmıştı. Bu İsmail’i daha da tedirgin etti. Koyunları sopasıyla çevirdikçe, koyunlar daha bir çevreye yayılıyorlardı. Çok geçmeden yağmur bastırdı. Keçesini geçirdi üstüne.  Yağmur sağanak halinde yağmaya başladı. Otların, çiçeklerin üstünde yağmur tanecikleri adeta kaynıyormuş gibi akıp gidiyordu. Korkunç bir gök gürültüsü bir diğerini izliyor, koyunlar korkudan oradan oraya savruluyordu. İsmail’in keçesi içine çektiği yağmur suyuyla taşıyamayacak kadar ağırlaşınca üstünden çıkardı attı. İç donundan sular süzülüyordu. Yerle gök arası şimşek çaktı, koyunların olduğu yöne düştü yıldırım. İsmail ellerini havaya kaldırdı:

“Hey güzel Allah’ım bu kadar otu, çiçeği yarattın da şu garibana, altına sığınacak bir ağacı çok mu gördün? Bir tek ağaç olsaydı şimdi altına sığınırdım.” Korkudan gözleri fal taşı gibi açıldı.  Sürüdeki beş koyun yıldırımın çarptığı yerde hareketsiz kalmıştı.

“Sen büyüksün Allah’ım canımı bağışladın ya! Şimdi ben Hatice’ye ne derim? Ah keşke koyunların yünlerini kırksaydım da öyle ölselerdi. Hatice ne çok kızacak şimdi bana. Kazak, çorap örerdi yünüyle. Hatice’m hem de ne örmek! Kaç renge boyar, kaç motif işler, kaça satardı gelinlik kızların çeyizine. Kuruş kuruş biriktirir, onunla kaç tavuk alır, kaç civciv çıkarır, kaçı ferik olur, sonra yumurtasını satar, sonra hangi köylüye şehirden ani bir misafir gelince yalvartarak onlara satar, kaç koyun parasını avucuma sayardı? Şimdi ben bir sürüye sahip çıkamadım, yıldırım çarptı desem kim inanır bana? Hatice demez mi bana ‘kendini yıldırımların önüne tutaydın.’ Der elbet, der de yıldırım da öyle bir ateş parçası ki yakalayıp, koyunların önüne atamadım kendimi.”

İsmail bu düşünceler içinde boğuşurken bir yandan yağmurdan korumak için sakladığı azığını çıkardı. Deri içindeki çökeleğin içi çamurlu suyla dolmuş, bulgur taneleri suyun içinde şişmiş, ekmek de hamur olmuştu. Keçenin içinde sakladığı muhtar çakmağı ise ıslanmış, yanmıyordu. İçini çeke çeke ağlamak için yeterince nedeninin oluştuğunu düşünerek, erkekliği bir yana bırakıp bağıra çağıra ağladı. Koyunlar etrafını sardı. Koyun gibi baktılar anlamak için. Azığını otların üzerine serdi. Keçesini de çakır dikenin üstüne bıraktı. Suyu süzülen giysilerini giydi. Güneş çıktı, ılık bir bahar esti otların üstünden. Hayvanlar silkinerek yünlerini kuruttu.

İsmail bir tek ağacın bile olmadığı dağlara baktı hüzünlü gözlerle. Başında kurumakta olan şapkayı da savurdu rastgele bir yere. Koyunları güttüğü sopayı aldı eline. Yavaş yavaş terk etti yüceliği sorgulanmaz dağını. Düze inmek o kadar kolay iş değildi. Karanlık çöktü düz ovaya. Koyunların arasına sıkışarak uyudu. Gün doğdu dağların tepesinden. Doğru kasabaya sürdü sürüyü. Kasabanın dışındaki hayvan pazarı ana baba günüydü. Başı Börklü Kasap Hacı Efendi’nin gözleri radar gibi etrafı kolaçan ederek, ucuza düşürecek hayvan sahiplerinin; yoksul, aç, bezgin yüzlerine, gözlerini gezdiriyordu. Şalvarının cebi gibi boş olurdu fakirin yüzü. Adamın duruşundan bilirdi malı ucuza kapatıp kapatamayacağını. Hatta kimileri onun için “Ölmüş hayvan eti bile satıyor.” diye dedikodu çıkarmıştı ama tabii ki bunun birazcığı yalandı. ‘Ne yani insanlar etsiz fasulye mi yesinler? Kesilecek hayvan yok ortada.’ diye düşündüğünü bile anlatıyordu kendini bilmez fukara tabakası. Külliyen yalandı bu! Kuru iftiradan başka neydi? Kim kimin kafasından geçeni bilirdi yaradandan başka. Önceki gün mesela dağın başında yıldırım çarpan koyunları başka bir çoban bulup getirmeseydi, eti kurda kuşa yem olurdu. Ne fark ederdi ki nasıl öldüğü. Başı Börklü Hacı Efendi, nurlu sarı derili kırışık yüzüne, olanca şirin bir ifade takarak İsmail’i gözüne kestirip karşısına dikiliverdi. İsmail’in yüreciği cız etti. ‘Eyvah bu ne eder eder beni kandırır amma velakin, kanmaya da rızam var. Yeter ki şu koyunlardan kurtulayım.’ diye içinden geçirerek uzatılan eli sıktı. İsmail’in kolu neredeyse kopacaktı bu pazarlık sürecinde. Hayvanları ederinin çok altında sattığını umursamadan doğruca lokantaya attı canını. İki tabak dolusu sıcak kuru fasulyeyi yedi, üstüne çay içti. Üstünde kuruyan siyah şalvarının cebi içinde paralar sallanacak kadar derindi. Karnı doyunca aklı başına gelir gibi oldu. Derin bir “oh” çektikten sonra pırtıcı Zekeriya’nın dükkânına daldı. Üstüne bir kazak, kumaş pantolon aldı. Saçını taradı eliyle.  Bıyığını tükürüğüyle yalayıp yağladı. Bıyığının kenarlarını sivri duracak şekilde kıvırdı.

Koca öldüren Anşe her zamanki gibi dikiş makinesinde canı gönülden divan örtüsü dikiyordu. Etine dolgun, güzel, çalışkan bir kadın olmasının dışında kötü kaderi adını koca öldüren Anşe’ye çıkarmıştı. Oysa adı Ayse ‘ydi. Bu da kaderin bir cilvesiydi işte. Kime dini nikâh kıyarak varmışsa kısa bir zamanda Anşe’yi dul, cebini zengin bırakmıştı. Artık parada pulda yoktu ki gözü. Yeterince ardında ölü koca bırakmış bir kadın olarak, her erkekten, bağ, bahçe, ev, altın akçe kalmış, karşılığında çok hoş tutmuştu erkeklerini. Onlardan önce süslenir püslenir yatağa girer,  dolgun dudakları kim olursa olsun, gülümserdi. Daha geçen günlerdeki Kurban Bayramı’nda bir koyun satmıştı İsmail, Anşe’ye. Kurban parasını çıkarıp uzatan kolları şakır şakır ediyordu bilezik sesiyle. O kadar çalışıp dikiş diken kadının gerdanı ak, ellerinin pirüpak olması dikkatinden kaçmamıştı İsmail’in. Onu daha çok şaşırtansa İsmail’in nasırlı parmaklarını tutmuş “Yiğit adamsın, dağda bayırda harap ediyorsun kendini. Gel bana dini nikâh kıy, başımda dur, divan ölçüsü almaya giderken yanımda ol, siparişleri götür yeter. Benim param ikimize de yeter.” demiş, İsmail kızarıp bozarmış, Hatice’nin çatlak dudakları geçince gözünün önünden, kıyamamıştı karısının emeklerine.

Koca öldüren Anşe İsmail’in kılık kıyafetine baktı. “Ne yakışmış aslanım. Kime giyindin böyle? Dediğime geldin demek sonunda?” dedi.  İsmail oflayıp puflayacak oldu önce, sonra vazgeçti. Aklına dağdaki yıldırım, ıslak keçe, ıslak bulgur, çökeleği düştü.

“He dediğine geldim sonunda.” dedi.

“İyi aslanım, kapatayım dükkânı, yüz görümlüğümü almaya gidelim. Bilezik, gecelik,  fistan mistan işte.” Anşe ak gerdanını kapattı örtüsüyle. Tatlı gözleriyle güldü gözlerindeki ışık.

İsmail önde, Anşe bir adım gerisinde yürüyerek kuyumcunun ısmarladığı çayı içiyordu. İsmail dönüp Ayşe’nin ak gerdanındaki cumhuriyet altınlarına baktı. Işıl ışıl, pırıl pırıl parlıyordu. Hatice’nin eğirdiği yünler, ördüğü çoraplar, diktiği meyveler, ektiği sebzeler, Anşe’nin süt beyazı gerdanında.

İsmail’in yüreği kabardı. Hatice çatal kapının önüne oturmuş, yün eğiriyor, bir yandan gözlerini karşısındaki dağa dikmiş onu mu bekliyordu?

 

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

04/20/2024 - 16:37
03/31/2024 - 21:39
03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...