Kaçak Gecekondu 2

Şenol Durmuş kullanıcısının resmi
Asırlar boyunca Osmanlı sultanları tarafından her savaşta ön cepheye sürülen köylüleri Avrupalılar acımasızca doğramıştı. Yine her seferde olduğu gibi ganimetler yeniçeriler gibi seçkin birlikler, saray erkânı ve ulema tarafından paylaşılıyordu. Bu durum Viyana kuşatmasına kadar devam edecekti.

Sonrası malumunuz çöküş ve geriye dönüş seferleri başlıyordu. İstanbul’un fethinde de köylülere söz verilmesine rağmen şehir alındıktan sonra hiçbir köylü şehre sokulmamış geriye memleketlerine davul zurnayla yollanmıştı. Bin yıllık bir krallık otoritesini yıkan mavi gözlü adam 1923’ten sonra İstanbul’un kapılarını köylülere açmıştı. Yüzlerce yıldır İstanbul hayaliyle yanıp tutuşan köylüler nihayet yola çıkıyordu. Yine padişahlık dönemlerinde olduğu gibi bir yolculuk başlıyordu. Ama bu defa ellerinde herhangi bir kılıç ya da balta yoktu. Ellerde bir tahta bavul, valiz sırtlarda bir çuval ile kimi atla, eşekle, kimi kara trenle yola çıkmıştı. Tek bir sloganları vardı: "Taşı toprağı altın şehir İstanbul. Bekle bizi sana doğru geliyoruz "  diyorlardı. 



Tarihi kayıtlara göre bazı cesur köylüler 1923’den öncede harekete geçmişti. 17. 18. yüzyılda saraya yapılan ihbarlarda Eyüp civarında bazı bölgelerde tahta barakalar gibi yapıların dikildiği ve bu insanların nereden geldiği bilinmiyor denilerek yetkililere uyarılarda bulunmuşlardı. Sur dışında olan bu hareket ilk gecekondu ve varoş hareketiydi. Bu başlangıçta pek dikkate alınmamıştı. İstanbul şehri sur içindeydi ve yaşam sadece burada vardı. Para, mal, mülk ve şöhret buradaydı. Sur dışı yapılan kaçak bir kaç gecekondu önemsenmeyecekti. Eyüp, G. O. Paşa, Bahçelievler, Bağcılar, Esenler, vs. birçok ilçenin temelini atan bu birkaç gecekonduydu. Uzun adam ve partisinin temeli de işte bu birkaç gecekondu ile atılmış olacaktı. 



Uzun adamın sahneye çıktığı yer de yine sur dışı olan bir bölgeydi. Romanlar bu yerde söz sahibiydi. Sürekli gelen göçler yer arıyordu. Sur dışında nerede bir boşluk varsa o yer dolduruluyordu. Hiç kimsenin vakit kaybetmeye niyeti yoktu. Bu kısa zaman diliminde beş dakikalık bir vakit kaybetmek fakir, sefil bir köylü için çok lüks bir davranış olacaktı. 



Uzun adam gözlerini açtığında kaçak bir gecekondunun içerisindeydi. Başında sakallı bir adam ona zoraki gülümsüyordu. Onu kucağına alıp sevmeye başlarken mırıldanmıştı. "Kalk oğul pek geç kaldın. Bir ulus seni bekliyor. Dedelerin seni buralara getirmek için küffar topraklarında binlerce şehit verdi. Artık yetişkin birisi oldun. Al şu su bidonunu taksim meydanına çık. Bardağını bir liradan sat. Hasılatı toplayıp eksiksiz bana getir. Bir oda daha yapmak için tuğlaya ihtiyacım var. Haydi, göreyim seni " diyordu. Bu sakalı adamın sert sözleriyle irkilmişti. Bu adam babasıydı. Altı yaşında olmasına rağmen acımasız İstanbul yaşamında işe başlıyordu. 



Kasımpaşa’dan yola çıktığında Piyalepaşa Bulvarında ona diğer gecekondulardan çocuklar da katılacaktı. Kiminin elinde simit tepsisi, kiminde limon sandığı, kiminde sigara paketleri vardı. Kasımpaşa’dan, Dolapdere’ye, Şişhaneye doğru yola çıkarlarken Taksim Meydanı tek hedefleriydi. Akşamüzeri eve döndüğünde ise perişan bir haldeydi. Birkaç kuruş bozukluk anca birkaç tuğla almak için yeterliydi. Bu durum sert acımasız baba için iyi bir şey değildi. Onun deyimiyle babasının ayaklarından tavana asma dönemi ilk bu iş gününde başlamıştı. Babası pek öfkelenmişti: " Ey oğul nedir bu hasılat, bu gecekondu nasıl bitecek. Sen nasıl belediye başkanı sonra başbakan olacaksın. Söyle bana bu işleri nasıl başaracaksın? "diye haykırmıştı. Babası geleceği gören bazı üstün vasıfları taşıyan bir takım özelliklere sahipti. 



Ertesi gün işe daha çok sarıldı. Taksim meydanından ve oraya çıkan insanlardan nefret etme dönemi de işte bu günlerde başlamıştı. Elitler, zengin insanlar elinde su bidonu ile dolaşan yamalı bir pantolonlu çocuktan bir bardak su alıp içmiyorlardı. O sürekli "abiler, ablalar var mı buz gibi su içen " diye bağırdıkça ona suratlarını ekşiterek tiksinerek bakıyorlardı. Bu insanların davranışlarından daha o yaşlarda nefret etmişti. Bunların cumhuriyet mensupları olduğunu çok iyi biliyordu. Bunlar sanatçı, yazar, iş adamı, bürokrat kesimiydi ve birçoğu sinemalardan, müzikhollerden, tiyatrolardan, sanat evlerinden, gazinolardan çıkıyorlardı. Bu zenginliklerine rağmen alt tarafı bir lira olan bir bardak suyu içmiyorlardı. Üstelik bunlar yüzünden her akşam babasından dayak yiyordu. Bunların intikamını bunlardan elbette alacaktı. Eğer babası doğruyu söylemişse, belediye başkanı olduğunda bu yerlerin hepsini kapatacaktı. Başbakan olduğunda ise bu insanları biber gazıyla bu meydanda zehirleyecekti. 



Sadece iş yaşamı değil bulunduğu mahalle yaşamı da sorunlu ve zor şartlar altında geçiyordu. Çevresi roman vatandaşlarla sarılmıştı. Çiçek satanlar, ayı oynatanlar, çalgıcılar gibi ticaret yapanların yanı sıra esrarkeşler, hırsızlar ve katillerle yaşamak zorundaydı. Varoşlarda iki tür yaşam vardı. Cesaretin varsa, eğer kendine güveniyorsan bu yaşamın içerisinde dik durarak bunların arasında yoluna devam edecektin. Eğer bunlar yoksa korkuyorsan her köylü gibi bir limana sığınacaktın. Cami en güvenilir bir limandı. Şehir yaşamında yine o köy camisi onların hizmetindeydi. Uzun adamın yaşamındaki dönüm noktası da işte burada başlamıştı. Romanların korku dolu yaşamından kurtulmak için bu camiye sığınmıştı. Onu cami avlusunda alkışlayarak karşılamışlardı. İşte muhtar Rüstem Emmi oradaydı. Kambur Rıza, Deli Cevat, Durmuş Ağa, Telli Oğlu hemen hepsi oradaydı. Kimi bakkaldı, kimi manav, kimi minibüsçü olmuştu. Biri belediyede, birisi mezbahada, birisi su işlerinde bir iş bulmuştu. Hemen hepsi de şehir yaşamının korkunç yaşamından kurtulmak için bir nefes almak için camiye sığınmıştı. 



Ama yine de cami çıkışında karanlık gözler onu izliyordu. Evine doğru giderken bir köşede şarapçı ana avrat küfür saydırıyordu. Başka bir köşede bir grup serseri esrarkeş önlerinden geçene saldırıyordu. Bela yine her yerde ona merhaba diyordu. Burada da evrimin her canlıya sunduğu kendini savunma mekanizması ve refleksi devreye girecekti: "Yengeç Kemal" yürüyüşü. Bu stil yürüme tarzını eski İstanbul kabadayılarından Yengeç Kemal bulmuştu. Kişi burada yürürken bir adım attığında diğer sol omuz onu destekliyordu. Yanlamasına yürüyüş tarzını gören bir bitirim serseri kendine doğru gelen bu adamın belalı bir tip olduğunu hemen anlardı. Çünkü gelen adam, adam dövmekten yorulmuş olan bir kişiydi. O yüzden bir omuz düşmüştü. O yüzden bir ayağı yere sürüyerek ilerliyordu. Uzun adam bu yürüyüş stilini uzun yıllar boyunca başarıyla sergilemişti. Bu sayede onu gören birçok psikopat ondan uzak durmuştu ve evine sağ salim ulaşması için yol vermişlerdi. Ama bu alışkanlık artık onun yürüme tarzını da belirlemiş olacaktı. Çünkü kemik yapısı da ona göre uyum sağlayacaktı. Belediye başkanı olduğunda da artık böyle yürümek zorunda kalacaktı. 



Güç şartlara rağmen su işinden sonra limon, çorap, mendil hemen her şey satıyordu. Sürekli bağırıyordu. Bu seslenişleri ona ileriki yıllarda mitinglerde bir avantaj sağlayacaktı. Birçok siyasetçinin rüyasında bile göremeyeceği kadar iyi bir hatip olacaktı. Öyle bağıracaktı ki mitingi izleyen hayranları baygınlık geçirecekti. Bazı yaşlılar kalp krizi geçirip miting meydanında ölecekti. Bazı isterik kadınların ise cinsel duyguları azacaktı. Muhalifleri ise TV ekranlarında ter içerisinde haykıracaktı. "Yeter artık Allah’ın belası adam sus" diyecekti. Sadece seyyar satıcılık yapmıyordu. Sürekli okuyordu. İlkokulu başarıyla bitirmişti. İmam hatibe gittiğinde ise cami avlusunda köylü kesimi tarafından bir Oxford öğrencisi gibi karşılanmıştı. Güç bela bu okulu bitirmesine rağmen bu kesimin en aydın ve ilim gören kişisi olmuştu. Bu avludan bir parti doğmuştu. Refah partisi... Gençlik kolları bu muhteşem yeteneği bekliyordu. Parti kademelerinin üst basamağını bir kedi çevikliği ile tırmanması için birkaç yıllık süre yeterliydi. Rakipleri olan Kel Durmuş’u, Kambur Rıza’yı, Telli Oğlu’nu geçmesi pek zor olmamıştı. 



Cami avlusu sürekli doluyordu. Anadolu’dan kamyonlar eşyalarla geliyordu. Sur dışında yeni ilçeler, yeni bölgeler oluşuyordu. Uzun adam bir gün farkına vardı ki kendi sayıları şehir nüfusunu geçmişti. Bir belediye seçiminde rahatlıkla belediye başkanlığı onu bekliyordu. Bu sadece bir süreçti. Sayı üstünlüğü artık bir nimetti. Demokrasinin olmazsa olma kuralı vardı. Oy çoğunluğunu kim alırsa o kazanırdı. Babası o zaman da: "Oğul bir gün öyle bir zaman gelecek ki; sadece tek diyeceğin ‘armut piş ağzıma düş’ diyeceksin. O yüzden sadece sabır " demişti. 

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

04/20/2024 - 16:37
03/31/2024 - 21:39
03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...