KANGURULAR

Muzaffer Oruçoğlu kullanıcısının resmi
Meyveler tomurdu. Kuşlar, maddi dünyayı aştı, soluklandığım asıl yaşam ile sanal yaşamım arasında gerilen iplere kondu

Kafam, delinmiş mekân kırıntılarının, küçük kaygıların tasallutundan kurtuldu bir anda. Kalktım, ormana vurdum kendimi tek başına.

Siyah, kırmızı ve yeşil erik ağaçları. Dallarda iri iri, salkım salkım yeni dünyalar. Dar bir patikayı izleyerek okaliptüs ormanını geçtim. Çiçek savranları, böğürtlen kümeleri. Ve rüzgârı mülayim, dar bir çimenlik. Çimenlikte kanguru sürüsü. Fare kangurulardan, orta büyüklükteki  vallabi’lere ve büyük boz kopo’lara kadar elliye yakın türü çağrıştıran, koca bir sürü. Başlarını kaldırıp, kocaman kulaklarıyla dik dik bakıyorlar bana. Tam karşımda arka bacaklarının ve çelik kaslı kuyruğunun üzerinde iki metre dikelip, ‘Niyetin ne?” dercesine beni dik dik kesen boz bir kopo. Kıpırdamadan izliyorum. Kızıl çöl toprağında, saatte 55 km hızla koşan türleri canlanıyor gözlerimin önünde.

Gözlerim sürünün içinde dolaşıyor, duruyor, dokunuyor, soruyor: En yaşlı kanguru, şef hangisi? Geldiğim toplumda olduğu gibi bunlarda da şeflik sistemi güçlü. Çıkarmak mümkün değil. Hava oldukça sıcak, terliyorum. Küresel ısınmayı onlar da fark ediyorlar sanırım. Isı ayarlamasında, ön bacaklarını kullanıyorlar.

Ben terimi siliyorum. Onlar, ellerine tükürüyorlar, tükürüğü ısınan yerlere sürüp serinliyorlar. Otluyor ve bir komplo, bir saldırı hazırlığı içinde olup olmadığımı anlamak için, ikide bir başlarını çevirip bana bakıyorlar. Her bakışta, kendimi bir suikastçı, bir komplocu gibi hissediyorum.

Kopo’nun yanına dişi bir kopo geliyor. Kesesinden kafasını dışarı çıkaran yavrusuyla birlikte bana bakıyor. Süzme bal gibi saf mı saf, tatlı tatlı ışıldıyor bakışları yavrunun. Tam gelişmeden doğdukları için midir, nedir, çözemiyorum bu çekiciliklerinin sırrını. Doğuşunu hayal ediyorum hemen. Tüysüz, gözsüz, arka bacaksız ve kuyruksuz bir embriyonik cüsse olarak geliyor yeryüzüne. Boyu 5 ila 15 mm arasında değişiyor. Rahimden çıkar çıkmaz, mini minnacık ön ayaklarıyla anasının tüylerine tutuna tutuna, içinde dört memenin bulunduğu, sıcacık ve nemli keseye giriyor. Ben de onunla birlikte giriyorum keseye. Memeler. Memelerden ikisi emilmeye hazır. Biri benim, diğeri yavrunun. Yavru ile birlikte, tabi, kangurunun büyüklüğüne ve türüne göre, kese içinde 150 ila 320 gün arasında kalıyorum. Ve Keseden önce ben çıkıyorum, sonra yavru. Biz çıktıktan sonra ana, kese şartlarını (nem, sıcaklık, süt) yeni doğacak kanguru için hazırlıyor. Artık kesede yeni bir yavru var. Keseye girme hakkına sahip değiliz. Ama acıktığımız zaman başımızı keseye sokup, bize ait memeden emebiliriz. Yeni doğan kardeşimizin memesi ile, bize ait meme, sütün cinsi, kalitesi itibariyle de farklıdır. Dışardaki yaşama uyum göstermede zorlanıyoruz. Anamız, bizden daha çok zorlanıyor. Aynı anda, hem bize, hem kesedekine hem de rahimdekine bakma, yani üçlü bir metabolik düzenleme inceliği gösterme durumunda kalıyor.

Hayalimden sıyrılıyor, sürünün kıyısında, oturduğum yerde buluyorum kendimi. Sürünün tam ortasında, kolonların boomer dedikleri iki erkek kanguru kavgaya tutuşuyor birden. Kuyruklarından destek alarak, haşin sıçrayışlarla, ard ayaklarını acımasızca kullanıyorlar. Sıçrayışlar, vuruşlar, canhıraş sesler. Sürüyle birlikte seyrediyorum vahşeti. Bunların aniden ortaya çıkan karşıtlığı, şu sesiz, güzelim sürü içindeki ilişkileri ile birliği içinde demlenmiş. Birlik ve karşıtlık aynı anda, hem birbirlerinin içinde, hem dışında cevlan edip durmuş ve patlamış. Bir kopo kangurunun, insana arka ayaklarıyla vurması ölüm demektir. Vuruşlar korkunç. Erkeklerin belini kuşak gibi saran ve zırh görevini üstlenen çok güçlü kas ve kürk sisteminden dolayı karınları patlamıyor. Sürü, tıpkı sokakta kavga edenleri seyreden beyaz Avustralyalılar gibi, kavgacıları, sessiz ve ilgiyle, sonucunu merak edercesine, gevişlerini durdurarak seyrediyor.

“Hoop, yapmayın arkadaşlar, size yakışmıyor,” diye bağıracağım bir anda bir kaval sesi duyuyorum. Ses sürüyü etkiliyor, kavgacılar duruyor, yatanlar kalkıyor, otlayanlar dikeliyor. Sesin geldiği yere bakıyorum. Ağacın dibinde bir adam. Kalkıp, yanına gidiyorum hemen. Tanışıyoruz. Çorumlu. Yetmiş üç yaşında, potuk yüzlü, yufka bir adam. Koyun çobanlığını bırakıp, Avustralyaya gelmiş. Otuz yıl duvarcılık yapmış Melbourne’de. Her hafta sonu geliyor, sürüye yakın bir yerde oturup, kaval çalıyor. Niye geliyor, niye çalıyorsun diye soruyorum.

“Köyümü hatırlatıyor bunlar, sakin, dölek davar sürülerini... Rahatlıyorum. Bir keçim, bir de oğlağım vardı. Oğlağın ağzına, anasını emmesin diye kızılcık ağacından esnek bir ağızlık takmıştım. Vay be, neydi o günler.” Bakışları sağda otlayan ana kanguruya ve yavrusuna kayıyor. “Kanguru sürüsünü ilk ziyaretimde, eğer kaval çalarsam bunları da koyunlar gibi deredeki suya indirebilirim diye düşünmüştüm. İnmediler. Ama her çalışımda kavalımı dikkatle dinlediler. Nerden biliyorsun diyeceksin. Şurdan. Bir defa kavalı çaldığım zaman, yavrular keselerden kafalarını çıkarıyorlar. Sanki istiklal marşını çalıyormuşum gibi yatanlar da ayağa kalkıyor. Paşanın kapısında bekleyen mülazım gibi dimdik kesiliyor sürü. Kavga edenler duruyor.”

“Her sese böyle mi yapıyorlar acaba?”

“Hayır. Çok ıslık çaldım, çok türkü söyledim, radyomu sonuna kadar açtım, Avustralya müziğini dinlettim. Hiç tınmadılar.”

“İlginç,” diye mırıldandım. “Kavalda bunları etkileyen ne acaba?”

 

“Haaa... mesele işte o. Hani insan der ya, ‘hayvan bir şey anlamaz,’ diye. Yalan. Külliyen yalan. Hayvanda dil yok ama hayvan dilsizlerin dilini anlar. İnsan anlamaz, hayvan anlar. Kavalda dil var mı? Yok. Kavalda dil yok ama bir başka şey var.”

“Ne var?”

“Toprağından kopan mahlûkun acısı var. Bak bu sürünün asıl toprağı karşıdaki çimenli tepelerdi. Orası şehirleşti, evlerle doldu. Bu taraf da şehirleşti. Bu taraf zaten freeway (otoban). Bu sürü ne oldu? Toprağından koptu, bu dar çimenlikte sıkıştı kaldı. Geceleri bu çitleri atlayıp, çocuk parklarındaki çimenlere geliyorlar. Niye? Açlar. Bu sürü bu duruma düşmeseydi, kavalı can kulağıyla dinler miydi?”

“Dinlemezdi,” diye onaylamak zorunda kalıyorum.

“Haaa... Mesele işte budur.”

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

04/20/2024 - 16:37
03/31/2024 - 21:39
03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...