Murdar Et

Cemal Zöngür kullanıcısının resmi
Hastalanan biri doktora gidemezdi, gidecek ne parası ne araç ne de doğru dürüst yol vardı. Köy bakkalından alınan bir kilo elma ya da portakalın hastaya yedirilerek, iyi olması beklenirdi. Gerçi hastalığın dışında kimse elma portakalın adını bile anmazdı. “Dünyanın başka ülkelerinde insan ve hayvanlar tesadüfen ölürken, bizim ülkemizde insan ve hayvanlar tesadüfen yaşıyor.” diyordu Cemal, Dursun’a. O da gözlerini ufuklara dikiyor, başını “doğru diyorsun” anlamında sallıyordu.

  
Aynı köyden, uzaktan birbirine akraba ve candan samimi iki arkadaştı Cemal ile Dursun. Ortaokul ve liseyi birlikte okuyup aynı sırayı paylaşmışlardı. Bu arkadaşlıkları ta ki evlenip yaşam yerleri değişinceye kadar sürdü.
 
Araya uzaklıklar, yaşam koşulları, sınırlar da eklenince birbirlerinden ayrı düşmüşlerdi. Cemal’in yaşadıkları aklına gelince, bazen umutlanıyor bazen de hüzünleniyordu. En çok da lisede okudukları yılları özlüyordu. Kaldıkları evde yakacak odunları bitmişti, para da olmayınca, çareyi eğitim gördükleri lisenin odun deposundan odun çalmakta bulmuşlardı. Bunları düşününce yüzü aydınlandı Cemal’in. Gümbür gümbür yanan soba yüreğini ısıttı. Burnuna közlerin arasında pişirdikleri patates kokusu doluştu. İçi bir hoş oldu.
 
İki kafadar okula gittiklerinde, odunların çalındığını fark eden okul idaresi, durumu müdüre bildirmiş, müdür de öğrencileri bahçede toplamıştı. “Odunları kim çaldı?” diye gürledi müdür. “Gören, bilen varsa söylesin. Bu hepimizin malı, bu odun hırsızlığını durduramazsak, bu kış sınıflarda hepiniz üşüyeceksiniz!”
 
 Dursun, Cemal’in gözlerine bakıyor, sessizce gülüyorlardı. Tabii ki önlemler artırılmış, kapıya asma kilit takılmıştı. Evdeki odunlar da bitmek üzereydi. İki kafadar kafa kafaya vermiş, kara kara düşünüyordu. “Ula Dursun,” dedi Cemal. “Orman ne güne duruyor? Burnumuzun dibinde…”
 
Dursun’un gözleri ışıldadı. “Ben bunu daha önce niye düşünmedim?” der gibi baktı. Hava azıcık kararınca evden çıktılar. Gözüne kestirdikleri bir çam ağacını balta ile kesip, kızağa yüklediler. Kızağı zor da olsa çeke çeke eve getirdiler. Ağaçları tekrar küçük parçalar haline getirip üst üste istiflediler. Cemal baktı yakacak çok. “Dursun,” dedi. “Epey odunumuz var bir iki ekmek fırınına sorsak mı, hem harçlığımız çıkar.”
 
Ekmek fırınları dünden hazırdı. Hem ayaklarına kadar getirilen odunları kim kabul etmezdi ki, üstelik sudan ucuzdu.  Ancak izin alınmadan ormandan ağaç kesmek yasaktı. Ucunda yakalanmak, hapis ve para cezası vardı. Neyse ki başlarına bir şey gelmedi, kendilerini efsunlu sayıyorlardı.
 
Nisan ve mayıs ayları yağmurlu, soğuk, karlı geçerken, tepede dikilen güneş ortalığı ısıtmak yerine insanları pişirip kapkara yapıyordu adeta. Karasal iklimin hüküm sürdüğü bu yer Erzurum’un Yoğurtçular Köyü, Tetirkoş Mezrası’ndan başka bir yer değildi. Özellikle bu yıllarda ne kuş uçar ne de kervan geçerdi.  Mezra ve köy, ilçeye arabayla 45 dakika, il merkezine ise bir buçuk iki saatlik mesafedeydi. Bilindiği üzere Anadolu’nun kırsal bölgeleri ekonomik, eğitim, sağlık ve yaşam bakımından, Allah’a emanet kaderiyle baş başaydı. Gelin görün ki bugün bile çok şey değişmiş değil. Köyün sağlık ocağı var ama içinde personeli yoktur. Köye öğretmen olarak gelenler bölge insanıysa, daha uzun kalır, Batı bölgelerinden gelenler ise bir yıl bile dayanamazlardı.
 
Yoksulluk başa belaydı. Köylüler hayvancılık yaparak ve yılda bir defaya mahsus, ekilip zar zor ürün alınan gelişmemiş sınırlı toprak tarımıyla geçinirdi. Çoğu ailenin ekeceği tarlası, biçeceği çayırı da yoktu. Arazisi olmayan aileler her yıl bahar aylarından başlayıp ekim ayının sonuna kadar, köyünde veya çevre köylerde çobanlık yaparak geçinmeye çalışırlardı. Bölgenin iklimsel düzensizliği, tarım alanlarının verimsizliği, devletin sorumsuzluğu yüzünden, söz konusu bölgede hayvanlar her bahar aylarında çeşitli hastalıklardan ölürdü. Zaten Doğu’da hayvanlar gibi insanların da yaşam diye bir garantisi yoktu. Hastalanan biri doktora gidemezdi, gidecek ne parası ne araç ne de doğru dürüst yol vardı. Köy bakkalından alınan bir kilo elma ya da portakalın hastaya yedirilerek, iyi olması beklenirdi. Gerçi hastalığın dışında kimse elma portakalın adını bile anmazdı. “Dünyanın başka ülkelerinde insan ve hayvanlar tesadüfen ölürken, bizim ülkemizde insan ve hayvanlar tesadüfen yaşıyor.” diyordu Cemal, Dursun’a. O da gözlerini ufuklara dikiyor, başını “doğru diyorsun” anlamında sallıyordu.
 
1983 haziranında Cemal, Aydın’da Dursun ise İstanbul’da askerdi. Askerlik bitince sözleşerek tekrar köyde buluştular. Havalar soğuk, yağmurlu geçiyordu. Köylüler ellerindeki mallarını satabilmiş değillerdi. Üstelik ellerinde geçen seneden yapmış olduğu peynir ve yağdan başka bir yiyecekleri bulunmazdı. Ki bazı aileler bahar aylarına doğru peynir ve yağa da hasretti. Tüm bunlar yetmezmiş gibi köydeki hayvanlar her bahar aylarında hastalanıyordu.  Köylülerin şikâyeti ne devlet yetkililerin ne de veterinerliğin umurundaydı. Bahar yüzünü gösterince köydeki koyunlar, inekler ve tavuklar birdenbire ölmeye başladı. Köylüler, aniden ölen hayvanlarını kesip kanını akıtmaya zaman bulamadıkları için, hayvanların murdar olduğunu düşünüp, kurda kuşa yem olarak doğaya bırakıyorlardı. Bu durum Cemal ve Dursun’un fazlasıyla dikkatini çekmişti. Bir kayanın tepesine çıkmış hem etrafı gözlüyor hem de hayvan ölümlerini tartışıyorlardı. “Cemal,” dedi Dursun. “Bu hayvanların herhangi bir hastalık belirtisi yokken, birden ölmeleri beni çok düşündürdü. Peki, bunların eti yenmez mi?”
 
“Bilmem ki, hiç düşünmedim. Ya zehirlenirsek!”
“Acımızdan öleceğimize, et yiyerek ölelim.”
Köyde dolaşarak birkaç akrabanın kapısını çaldılar.
“Koyun, kuzu ve tavuklarınız öldüğünde mutlaka bize haber verin” dediler.
Akrabalar şaşkınlıkla “Peki ne yapacaksınız ölmüş hayvanları?” dediklerinde, “Pişirip yiyeceğiz!” deyip akrabalarını bir kez daha şaşkına çevirdiler.
 
“Bu hayvanlar murdardır, etleri yenmez…” deseler de Cemal ve Dursun kararlıdır. Cemal’in ve Dursun’un anne ve babası “Ölen hayvanlar murdar, evdeki kazanı, tencereyi, tabağı murdar etmenize izin vermeyiz!” deyip karşı çıkmaları da onları et yeme sevdasından vazgeçirmeye yetmemişti. “Oğlum,” dedi Cemal, “koskoca lisenin deposundan odun aşırdık. Kazan, tencere mi bulamayacağız!” deyip birlikte kahkaha attılar.
 
Sonunda Cemal annesini ikna ederek, bahçede etlerin saklanmasına ve pişirilmesi için yer hazırladı.
Sıra et toplamaya, pişirip tadına bakmanın zamanı gelmişti. Dursun ve Cemal’in kız kardeşleri kimin nerede hayvanı ölmüşse çabucak haber veriyor, “Aman abimler etsiz kalmasın!” deyip gülüşerek eğlenceye dönüştürüyorlardı.
 
Havalar iyi gidiyordu, odun ateşinde pişen etler mis gibi kokuyordu. Dursun ve Cemal etleri afiyetle yerken köylülerin de canları çekmiyor değildi hani. Ama korku dağları sarmıştı bir kere. Birkaç gün sonrasıydı. Hava birden bozdu. Dışarıda kalamazlardı. Mecburen evde yemek zorundaydılar. İçerde sofra kuruldu. Cemal’in babası ve annesi oturmuş, merakla iki kafadarın etleri yemelerini seyrediyorlardı. O esnada evin kapısı kendiliğinden açıldı. İçeriye “Kötü Cuma” girdi. “Hoş geldin Cuma Amca,” deyip yer gösterdi annesi. Oturmadı. Sofraya doğru yürüdü. Cemal ve Dursun gülmeye başladı.
 
“Ula neye gülüürsüz?” diye sormadan edemedi Kötü Cuma.
“Cuma Amca bu et senin bildiğin et değil, aniden ölen hayvanların etleri. İster ye ister yeme.” dedi Cemal.  
Kötü Cuma durdu aniden, bir adım geriye çekilip düşünür gibi yaptı.
 
“Ula Allah’ın size günah yazacaandan ğorğmuyorsanız, bana da yazmaz!” deyip oturdu sofraya, başladı et yemeye. Cuma Amca’yı inancından kolayca vazgeçirense, güzelce kızarmış kuzu ve koyunların etiydi. O yokluk ve fakirlik içerisinde kızarmış koyun, kuzu etine kim dayanırdı ki? Kimsenin kolayca dayanacağı bir durum değildi gerçekten. 
 
Cemal, Dursun ve Kötü Cuma etleri iştahla yerken kapı bir kez daha açıldı. İçeriye Dursun’un amcası Eyüp abi içeri girdi. Sofrayı görünce, “Ula kitapsızlar et yeyirsiz de bize haber vermirsiz!” dedi. Ellerini ovuşturup tam sofraya otururken, herkesi bir gülme tuttu. Dursun’un amcası Eyüp abi oradaki herkesten hem yaşça büyük hem de saygın biri olduğundan, gülüşmelere kızıp herkesi ciddiyete davet etti. “Nedir bu et sefası bunu çabucak bana açığlayın?” dedi.
 
 “Amca bu etler murdar hayvanların eti, duyunca yemezsin diye düşündüğümüz için biz istemeyerek güldük. Yine de karar senin?” dedi Dursun.  
Eyüp amca kafasında muhakeme ettikten sonra, “Allah sizden hesap sormuursa, bu defa da benden sormasın, ne olacak sanki?” deyip başladı etleri midesine indirmeye. Artık pişirilen etler bu dört kişinin midesine iniyordu. Cemal’in babası baygın baygın bakıyor ama belki de inadından yemek istemiyordu.  
Karınları doyunca aynı anda sofradan kalktı Kötü Cuma ve Eyüp amca.
“Ula Allah ne yazarsa yazsın sizin sayenizde midemiz et gördü.” dedi Eyüp amca.
 
Cemal geçmişe öyle dalmıştı ki, eşinin “Aşkısı çayını tazeleyem mi?” dediğini bile işitmedi.
 
 
 

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

04/20/2024 - 16:37
03/31/2024 - 21:39
03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...