Tanrının yumruğu
O gücün sahneye çıktığı bir yer...
O gücün sahneye çıktığı bir yer...
Genç adam olmadık düşüncelere dalmıştı. Gözleri çok uzaklara kilitlenmiş, düşünceleri suyun buruşukluğuna dalıp dalıp çıkıyordu. Balıkları ve ördekleri çoktan unutmuştu. Çevresinden olup bitenlerden habersiz uzakları yakınlaştırıyordu. Doğduğu, büyüdüğü hatta ilk âşık olduğu yer olan ve sabahları denizin usul usul dalgalarıyla kıyıya bıraktığı yosun kokusu ve o küçük balıkçı kasabası geldi aklına. Güneşin henüz ışınlarını sakladığı sabahlarda balığa çıktığı anları canlandı, kilitlenmiş gözlerinde.
Kızıl, mor tarlaları geride, Göksün-Kayseri yolunu yukarıda bırakıp Ceyhan Irmağına yöneldik. Kızıl toprak, kumlu toprağa bıraktı yerini. Apak, gri kuşlar... Kelebekler ışığa nasıl vurgunlarsa, bunlar da suya. Sabun yeşili suda kanat çırpıp dans ediyorlardı.
Bazen hemen binip gidiyor, bazen de araç sahibine ağza alınmayacak küfürler ediyor, araç sahibi de oradan hızla uzaklaşıyordu. Köşeden göründü işte! Cılız ve yamuk bacakları mini eteğinin altından çok komik görünüyordu. Kasım ayı olmasına rağmen sabah yağan yağmurdan yerler ıslanmış, çıkan rüzgâr insanı üşütüyordu, o da üşümüş olmalıydı. Kısa deri montunu çekiştiriyordu çünkü. Bir kaç arabaya el ettiyse de hiçbiri durmadı. Yılın bu mevsiminde, bu saatlerde burada insanlar çok fazla dışarı çıkmazlardı. Üstelik böyle yağmurlu havada bu daha da zordu.
İki tarafı kar duvarıyla kaplı yolda ilerlerken araba ara sıra kaydığı anlarda durum değişiyor.
Yol boyu başını dayadığı buharlı camdan gözlerini almayan kadın ne bir yere bakıyor ne de bir tepki veriyordu. Kafasını dolduran soruların cevabını karlı yollara bırakmış, sıkıntısı suskunluğuna sığınmış gibi sesini yitirip kayıp bir karanlıkta yüzerken, yanındaki adamın elinde terlemiş elinin farkında bile değildi.
Sıkıntılıydı yine ortada bir şey yokken. Sonra perdeyi araladı gri bir gökyüzü, kara bulutlar doğuya yüz tutmuştular, uzaklara şimşek çakıyordu. Gök gürlemesiyle şehir uyanmıştı. Sokakta bir koşuşturmaca... Islanmamak için koşarsın hani ya! Sonrası malum… Bir kadın elinde küçük siyah bir poşet ve diğer elinde bir çocukla hızlıca uzaklaştı. Uzaklara yine şimşek çakmıştı, tüm şehir o an aydınlatmıştı. Nefesindeki buharla penceresinin camı buğulanmıştı.
Çok güzel amcalar, teyzeler var, ama sakallı amcalar daha çok güzel masallar anlatıyor biliyor musun? Bir de teyzeler anlatıyor, üstelik börek de yapıyorlar” dedi. Ben de ona dedim ki; “benim dedem de çok güzel masal anlatıyor. Onun da sakalları var, üstelik bembeyaz pamuk gibi. Sonra bir teyzem var benim masaldan sonra bana kek de yapıyor, pişşşt ne haber” dedim.
Gözleri dolu dolu oldu, dudakları bir yaprak gibi titriyordu. Ağladı ağlayacak... “Kızım koca peşine düşmüş, kocamsa müzik albümü peşinde. Sanki albümleri kapış kapış yok satıyor” Sustu birden. “Gerçekten müzik albümün yok satıyor” dedi, “baksana ne alan var ne de soran.” Acı acı güldü. “Ne o, her şey bitti de sıra benim albümüme mi geldi?” dedi kocası. Gözü karısındaydı ama... Kadın öfkelenince eline ne geçerse fırlatan cinstendi. “Mersin’deki gül gibi evimden ettiniz beni!” diye bağırdı kadın.
“Boş ver anne” diyorum. “Düşünme sen bunları. Bir an önce ayağa kalkmaya bak”
“Öyle deme oğul, mal canın yongasıdır” diyor. Küçülmüş, ışığı sönmüş gözleriyle etrafı kesiyor.
“Anne” diyor erkek kardeşim. “Bak oğlun karşında duruyor. Şiir okumanı bekliyor”
Utanıyor. “Şiir bilmem ki ben” diyor. Sonra okuyor. Cümleler ağzında parçalanıyor, dağılıyor, anlaşılmaz oluyor. “Protezim ağzıma büyük geliyor” diyor. Ardından başlıyor şiirini okumaya:
“Mektup yazdım kış idi
Kalemim gümüş idi
Sana yazacaktım
Kalemim yere düştü”
Çalıştığı yerde tatsızlık olmuş, ona canı sıkılıyordu, ağlayarak anlattı bana. Arka masadaki gürültüden bazen söylediklerini anlayamıyordum. Hiddetle arkama döndüm ve onu ilk defa orada gördüm. Beyaz uzun saçları vardı, karışık saçlarını arkadan bağlamış, arada bir sakallarını sıvazlıyordu. Masasında gençler vardı, o konuşunca herkes gülüyordu. Masada oturan genç kızlar da umurunda değildi. Arada ağıza alınmayacak küfürler savuruyor, daha sonra hep birlikte kahkahalar atıyorlardı. Yine de yüzünde hüznün çizgileri vardı sanki. Meral’e kim olduğunu sordum, adının Veli olduğunu söyledi.