STELYO

Bihterin Okan kullanıcısının resmi
İçeriye girdiğimizden bu yana huzursuzluğum devam ediyordu. Bütün akşam böyle mi geçecekti yoksa? Tedirgin olan bir tek ben değildim üstelik. Masadaki herkes durumun farkında idi, herkes benim kadar huzursuzdu. İçeri girişimizden itibaren tavırlarımızı, konuşmalarımızı tekrar tekrar gözümün önünden geçiriyordum, hiçbir falsomuz olmamıştı. Belki de ortama uygun tipler değiliz diye geçirdim içimden. Çevre masalara şöyle bir göz gezdirdim, hemen hepsi ortalama tiplerdi. Buradan kalkıp başka bir meyhaneye gitmemizin daha doğru olacağını düşünmeye başlamıştım artık.

Henüz daha yirmili yaşlarımızın ilk yıllarında idik.  Yalnız birbirimize değil, İstanbul’a da aşıktık.  Hayallerimizin  en güzel yerinde birlikte oturacağımız küçük bir ev vardı. Mavi panjurlu falan da  olması gerekmiyordu bu evin. Kıyıya yanaşmış balıkçıdan  balık, köşedeki manavdan marul, eskiciden birkaç parça eski ev eşyası, bir soba, bir masa, bir-iki sandalye, kitaplarımız, bir yatak ve ikimiz…
 
Yüreğimizi bunlarla ısıtıyorduk, ısınıyorduk da gerçekten. Ancak İstanbul aşkımıza karşılık vermemişti. Önce O, sonra ben  sır olup gecenin karanlığına karışıvermiştik. İstanbul yokluğumuzun farkına bile varmamıştı.
 
Bir süreden beri Atina’da kalıyorduk. Bizler gibi gece karanlıklarında kaybolmuş memleketlimiz birçok insanla tanışmıştık. Ne kadar çok gece karanlıklarında kaybolan insan vardı. Ne kadar çok insan ihanete uğramıştı bizler gibi. Ülkem ne kadar çok insanına  acı çektiriyordu. Henüz yirmili yaşlarımızın başında idik.
 
Henüz yirmili yaşlarımızın  başında idik. Kosta, İsmail, Eleni, Niko, Nurettin, Mehmet, Maria, Ali ile daracık bir yolda yürüyorduk
 
Keseryani’deki meydanda açlığımıza rağmen birer tek uzo atmıştık. Aç karnına içtiğimiz uzo beni biraz çarpmıştı sanki. Oldum olası anason kokusundan hoşlanmıyordum zaten. O akşam ısrarlara dayanamamıştım.  Keyifli idim, keyifli idik.  Yan yana dizili, birbirimizin boyunlarına sarılmış, kâh sirtaki yaparak, kâh şarkı söyleyerek dar yolda yürüyorduk. Birbirimizin dilinden anlıyorduk. Öyle keyifli idik ki, biz birbirimizi anlıyorduk. İsmail’in  tercümanlık yapmasına hiç gerek kalmamıştı o akşam.  Bütün sihir aç karnına birer tek attığımız uzolar da mı idi acaba?  Yolun biraz ilerisinde, köşedeki derme çatma tavernadan  ışık süzülüyordu, ılık bahar karanlığına doğru. Tavernadan gelen müziğe ayak uydurmuş, Kosta ile Maria’nın  yolun  ortasında yaptıkları sirtakiye ritim tutuyorduk.  Kosta’nın beyaz yüzü kıpkırmızı olmuş,  alnından ter tanecikleri süzülüyordu yavaş yavaş.
 
Karnımız iyice acıkmıştı. Bizde para yoktu. Baktık ki Kosta tavernadan içeri giriyor.  Arkasından biz de girdik.  Salaş bir yerdi burası.  Fazla masa yoktu. İki masa dışındaki masalar dolu idi.  Sekiz kişilik bir masaya oturduk. Kosta, gelen garsona siparişleri verdi, garsonlar litrelik şarap damacasını (damacana) getirmişlerdi bile masaya.
 
Oynamaya olanağımız kalmadığından türkü, şarkı söylemeye başlamıştık, keyfimiz yerinde idi, İstanbul’u bile unutmuştuk.
 
Henüz yirmili yaşlarımızın başında idik.  Hayalimiz üniversitede kalmak, öğretim üyeliği yapmaktı. Küçük bir ev, kitaplarımız, arkadaşlarımız, dergilerimiz, tiyatrolarımız, sinemalarımız, sahildeki çay bahçesi, Saray muhallebicisi, yemekhanedeki küçük ayakkabı boyacısı, tartışmalarımız ile bizim olan her şeyi terk etmiştik. Terk ettirmişlerdi.
 
 
Yaşamak ne güzeldi. Her şey ne güzeldi bu akşam. Ta ki masamızın çevresinde  şu adam dolaşmaya başladığından bu yana. Boyu bir altmış ya var ya yoktu. Elleri arkasına bağlı, hafif öne doğru kambur yürüdüğünden boyu daha da kısaymış gibi görünüyordu. Büyükbabam da birine kızgın olduğunda  böyle yürürdü. Boyu da hemen hemen aynıydı sanki bu adamla. Yetmiş beş- seksen yaşlarında gösteriyordu adam, yüzü harita gibiydi. Zaten küçük olan  gözlerini bize bakarken daha da kısıyor, küçük yüzünde sanki bir tek çatık kaşları olduğunu düşünüyordu insan.
 
 Bir müddet uzaktan süzmüştü bizi. Uzakta iken o kadar huzursuz olmamıştım. İçeri girerken gürültülü girmiştik, buna mı kızmıştı acaba? Şimdi artık masanın çevresinde dolaşıyor, kimi kez kendi kendine söyleniyordu.
Birbirimize hiçbir şey söylememize rağmen masadaki herkes ortaya çıkan bu durumdan dolayı huzursuzdu. İyice ürkmüştüm. Zorunlu misafiri idik bu insanların. Bir tatsızlık çıkmaması için içten içe dua ederken, iki sandalye ileride oturan Kosta’nın sesi geldi kulağıma.
 
Yaşlı adam Kosta’nın arkasında durmuş, Kosta hafif geriye kaykılmış, adama bir şeyler anlatıyordu. Adamın ağzından  çok uzun sözcükler çıkmıyordu. Şimdi sanki daha bir öfkeli idi. Kaşları daha bir çatılmıştı, Kosta’nın söylediklerini hep olumsuzluyormuş gibi sürekli  kafasını sallıyordu.
 
Kosta’nın onca konuşmasının içinden „ ama bunlar iyi çocuklar“ dediğini anlayabilmiştim. Demek ki sorun bizden kaynaklanıyordu. Artık iyiden  iyiye eğreti oturuyorduk.
 
Adam hiddetli bir halde, Kosta ile tartışmasını birdenbire kesiverdi. Masadan uzaklaştı. Kosta’nın beyaz yüzü yine kıpkırmızı idi. Bu sefer terlememişti. Biraz önce sirtaki yaparken ki keyif yoktu yüzünde. Onun yerini sanki bir parça utanç almıştı.
 
Kosta’yı rahatlatmak için  „kalkalım buradan“ dedim.
 
Biraz önce hiddetli bir biçimde masadan uzaklaşıp, kapıya doğru giden yaşlı adam tekrar bizim masaya doğru yönelmişti.
 
***
 
Şarap dolu bardağım ne zaman boşalmıştı.
 
Ali bardağımı dolduruyordu. „Rahat ol“ diyordu sanki. "Sıkma canını, hallederiz“
 
Adam masaya yaklaştı, gözlerini bana dikti. Atina’nın orta yerinde sapa bir salaş tavernada ki tavernadaki  şu yaşlı  adamla nasıl bir alış-verişimin olabileceğini düşünüyordum şimdi.
 
Ali şarap doldurduğu bardağı eline aldı. Yaşlı adama doğru kalkarak "gel amca, şarap içelim beraber“ dedi.  Yaşlı adam  Kosta’ya biraz önce gösterdiği acımasız tavrı Ali’ye de gösterdi. Ali adama Türkçe seslenmişti. Ali’nin ne söylediğini anlamıştı. Aynı asık yüz ifadesi ile kafasını yukarı kaldırarak reddetmişti, şarap içme teklifini.
 
Yaşlı adam gözlerini dikmiş, sürekli bana bakıyordu. Bu durumdan rahatsız olmuştum. Ona bakmamaya, farkında değilmişim  havası vermeye çalışıyordum. Adam Türkçe bir şeyler söylüyordu. Kiminle konuşuyordu, ne diyordu? Merakla adama çevirdim bakışlarımı. Hâlâ bana bakıyordu. Benimle konuşuyordu. “ Nerelisin sen?” diyordu. Bir anda paniklemiştim. Yüzündeki ifade  hiç yumuşamamıştı. Türkçe konuşuyordu, nereli olduğumu soruyordu. İlk şaşkınlığım geçtikten sonra yanıtladım, sesimin titremesine kendim bile şaşırarak.
 
Ali ikinci bir hamle daha yaparak tekrar şarap bardağını adama uzattı. Adam “ben içmem Türklerle” dedi.  Masadan uzaklaştı.  Kapıya yakın bir duvara sırtını dayadı, dışarıyı  seyrederek sigara içmeye başladı.
 
Hiçbirimizde konuşacak hal kalmamıştı. Her şey ne kadar güzel başlamıştı. Ali’ye aşıktım. Omuzumdaki eli sıcacıktı. Yüzümüzde hüzün, şarap bardaklarımızı tokuşturduk.
 
Henüz yirmili yaşlarımızın başlarında idik. Hayallerimizi bir valize koyma olanağı bile bulamadan, gece karanlıklarında kaybolup gidenlerdendik. Şimdi şu salaş tavernada küçük bir keyif anında bile, kaderimizdi hüzün.
 
Yaşlı adam hâlâ biraz önce sırtını dayadığı kapıya yakın  yerde duruyor, sigarasını içmeye devam ediyordu. Tavernanın kapıya doğru bölümü iyice loştu. Adamın yüzünü tam seçemiyordum. Dışarıdan yansıyan ışık huzmesi, adam kafasını biraz yan tarafa çevirdiğinde yüzüne yansıyordu. Yüzü ıslak gibiydi sanki. İyice görmek istiyordum. Adam yan tarafta  boş duran iki kişilik masaya oturdu. Sırtı bize dönüktü. Omuzları sarsılıyordu.
 
Aniden kalktım masadan. Tuvalete gittiğimi zannediyorlardı. Oturduğu masaya doğru bir adım attım, emin olmak istedim, gerçekten ağlıyor muydu? Omuzları sarsılıyordu. Yanına gittim, karşısındaki boş sandalyeye hiçbir şey söylemeden oturdum. Yaşlı bir adamın ağladığına ilk kez tanık oluyordum.
 
Adam kafasını kaldırdı, yüzüme baktı. Yüzünden akan gözyaşları ile birlikte mavi gözlerini görebiliyordum artık.  Biraz önceki öfkesi, ben daha masasına ulaşmadan gözyaşı olup akmış gibiydi. Acı dolu mavi gözlerini gözlerimden ayırmadan, elini uzattı, elimi avuçlarının içine aldı.
 
„Ona ne kadar benziyorsun, bir bilsen“ dedi.
 
***
 
"On yedi yaşımda idim. Bizim zamanımızda gençleri daha erken evlendirirlerdi. Ben babamız olmadığından evin tek erkeği idim. Tam deli kan damarlarımda dolaşmaya başlamıştı ki, savaş başlamıştı. Deli kan bu, savaş falan dinlemiyordu. Meryem karşıki köydendi. Müslüman’dı onlar. O zamana kadar iki köy arasında birçok kız alışverişi olmuştu, yani yeter ki bileydim, Meryem’in de gönlünün bende olduğunu. Araya arkadaşlar koydum,  haberdar ettim onu, ona olan sevdamdan. Sık sık buluşuyorduk artık,  köyün arka tarafındaki ağaçlıkta. Benden çok utanırdı. İlk zamanlar ağzından söz alamazdım, ben konuşur dururdum. En fazla gülerdi. Sesini ilk öyle duymuştum.
 
Güzeldi Meryem. Seninkiler gibi simsiyah, uzun gür saçları vardı. Kirpiklerini indirdiğinde yüzüne yansırdı kirpiklerinin  gölgesi. Benim yanımda nasıl da heyecanlandığını, kara gözlerinin içindeki pırıltılardan bilirdim.
 
Sonraları yavaş yavaş açıldı. O da anlatmaya başladı. Babaları askere alınanlardandı. Evin büyük çocuğuydu Meryem.  Ben isterdim ki, biran önce anamı göndereyim, isteteyim Meryem’i. En geç yaz sonuna da düğün dernek kuralım. Meryem kabul etmiyordu bunu. Babasının olurunu almamızın şart olduğunu söylüyordu. Bir gün dedim ki "anana anlat bakalım, ne diyecek?“
 
Meryem ertesi gün buluşma yerimize gelmedi. Günler sonra öğrendim ki, anasına açmış durumu. O da „baban zaten yok başımızda, köylük yerde, dedikodu çıkarırlar“ deyip  Meryem’in beni görmesini engellermiş. Meryem günler sonra haber göndermişti. "Mecbur babamın dönmesini bekleyeceğiz“ diyordu.
 
"Babasının dönmesini bekleyeceğimizi, sakın beni unutmamasını söyledim ulağa, sıkı sıkı tembih ettim, söylediklerimi Meryem’e  bir bir söylesin diye.
 
Yakında evlenecektim. Zaten anam, kız kardeşlerim benden ekmek beklerlerdi. Yoksulduk. Savaş kasıp kavuruyordu her yanı. Yoksulluğumuz iyice artmıştı son yıllarda. Başım öyle dumanlı idi ki, Meryem’e kavuşacağım günlerin hayalini kurarak, dur durak demeden, sabahın köründen akşamın karanlığına kadar  tarlada çalışıyordum.
 
Meryem’i  gördüğüm hiç yoktu. Bunun için onu zorlamıyordum. Bazen evlerinin uzağından falan geçerdim ama onu yakından görmek kısmet olmamıştı, son görüşmemizden bu yana.  Bir de‚ anasının kulağına gider’ diye korkuyordum.
 
O gün epeyce  yağmur yağmıştı.  Her taraf çamur içindeydi.  Köylük yer çamur deryasına dönmüştü.  Doğru dürüst evden dışarı çıkmamıştık. Hava kararmadan çorbamızı içmiş, anam yatakları erkenden yapmıştı. Gazyağı falan yoktu. Kıtlık zamanı idi. Işığa ihtiyacımız olduğunda  çıramız vardı. Onu yakıyorduk. Fazla yakmazdık çırayı. Çıra bittiğinde ışığımız da bitecek demekti.
 
Yağmur hâlâ sürüyordu. Hatta sanki giderek şiddetini de artırmış gibiydi. Yataklarımıza çekilmek üzere idik. Uzaklardan sesler gelmeye başlamıştı. Yıldırım düşmüştü galiba bir yerlere. Bütün gün küçük odanın içinde fena sıkılmıştım. Anam da kızlar da uyumuşlardı. Ayak yoluna kalktım. Tuvalet evin arka yanında idi.
 
Birdenbire köpek seslerinin giderek yaklaştığını, bizim eve doğru geldiğini fark ettim. Yıldırım değil miydi biraz önce ki sesler?  Köyün bütün köpekleri havlıyordu şimdi, sanki evin ön tarafından gürültülü, telaşlı erkek sesleri gelmeye başlamıştı, toparlandım hemen.
 
Tuvaletten çıkıp eve koşturdum. Evin kapısında  yedi-sekiz adam ellerinde silahlar bekliyorlardı.  Anamla kız kardeşlerimi duvarın kenarına sindirmiş, beni de kıstırmak için bekliyorlardı.  Kardeşlerim ağlıyorlardı korkudan sessiz sessiz, ip gibi gözyaşları akıyordu her birinin yüzlerinden aşağıya. Anam en küçük kardeşime sarılmış, yalvaran bakışlarla  adamlara bakıyordu. Kardeşlerimin gözlerinde beni görünce  bir sevinç pırıltısı geçti sanki: Beni daha önce öldürdüklerini düşünmüşlerdi belli ki.
 
Askerlerin başındaki sertçe "geç kenara“ dedi. Çaresiz geçtim. „ Adın ne?“ dedi.  “Stelyo” dedim “Demek Stelyo adın, artık bu topraklarda Urum görmek istemeyiz Stelyo Efendi”
 
Silahlı adamlar gece karanlığında geldikleri gibi gittiler. Köpekler artık susmuş, yağmur kesilmişti. Neler olup bittiğini  anlamak gerekiyordu. Civardaki bütün Rum evlerine  uğrayıp aynı şeyleri söylemişler o gece bize gelen adamlar. Artık korku içinde idik. Nereye gitmemiz gerekiyordu? Atalarımız bu topraklarda doğmuş, bu toprakları ekip biçmişlerdi. Yıllarca bu topraklarda düğün dernek kurulmuştu. Cenazeler bu topraklara verilmişti. Bir gece yarısı birileri gelmişti. „Çıkın, gidin“ diyorlardı. Nereye gidecektik, kimdi bu adamlar?
 
O gece gelen adamlar yalan söylememişlerdi. Henüz daha bir hafta geçmişti gelmelerinin üzerinden. Henüz daha hiçbir şey anlamamıştık bir hafta önce olanlardan, kendi aramızda konuşur dururken, yağmursuz bir gecede evin kapısını itip girdiler içeriye. Ellerinde silahlar, gözlerinde sadece nefret vardı.
 
On bir yaşındaki kardeşimden başladılar, hepsini orada öldürdüler. Anam gördü kardeşlerimin ölümünü, ölmeden önce. Hiçbir şey yapamadım. Anam ölürken bana baktı son kez.
 
Çığlığı gecenin karanlığında yankılanırken, bana baktı son kez. „Stelyo ne duruyorsun bir şeyler yapsana“ diyordu. Tanırım anamı. bilirim, bakışlarının ne manaya geldiğini.
 
Hiçbir sey yapamadım. Beni de vurdular. Iyi yaptılar. Öldürdüler hepimizi o gece. O gece tanımadığımız, bilmediğimiz adamlar kapımızı itip  girdiler içeri. En küçüğü dokuz yaşındaydı kardeşimin. Hepsini öldürdüler.
 
Yaşamak… İşte en büyük ceza değil mi? Seksen üç yaşındayım. Altmış yedi seneden beri bu acı ile dolaşırım.
 
O gece adamlar beni de öldü sanıp çekip gittiler. Köpekler de uykuya çekilip, ölüm sessizliği sarınca her yanı, kapı bir kez daha usulca açıldı. Köylüler yaşadığımı fark etmişlerdi. Yaram ağır değildi. Bir gece vakti Müslümanların  köylerinden birine götürdüler beni. Orada saklandım bir müddet.  Köylere gelen haberlere göre bütün Rumlar gönderiliyordu. Yunanistan onları alıyordu. Köylüler bir at verdiler. Saklana gizlene İzmir’e geldim. Buldum giden gemilerden bir tane, tamamladım işlemlerimi. Buraya geldim.
 
Altmış yedi seneden beri buradayım. Benim gibi Mübadele’de gelen çoktur buralarda. Zaten hemen birbirimizi bulduk. Buranın halkı bizi sevmedi, istemedi. Bize Türk gözüyle baktılar. Bana sorarsan ben de buralara ısınamadım. Oraları çok özlerim. Bazen bir yel eser, sanki köyümün rüzgârıdır, yüzüme çarpan. Türküler söylerim bazen ta o zamanlardan, dalıp gittiğim zamanlar, işte şu kapının önüne oturup. Çocuklar toplanır başıma, gülerler bana, anlamazlar, ne söylediğimi. Biz eskiler hâlâ aramızda o zaman konuştuğumuz gibi konuşuruz.
 
***
Ben ölmedim. Ben öldüm o gece orada.
 
***
 
 
Diğerleri de usulcacık bize yanaşmışlar, adamın öyküsünü hep birlikte dinlemiştik. Adam sustuğunda hepimiz ağlıyorduk.
 
"İstersen gidelim buradan. Sana acı verdik bu gece. Affedebilecek misin bizi?“ dedim
 
"Artık çok geç. Ben sizi sevmem. Bil istedim neden sevmediğimi. Deli zannetme beni istedim.“
 
"Demek ki bizi kovmuyorsun artık. O zaman bizimle birlikte oturacaksın, bu gece birlikte şarap içeceğiz“
 
Artık o kadar sert bakmıyordu sanki. Öyküsünü anlattıktan sonra daha bir yumuşamıştı. Önce biraz itiraz eder gibi yaptı, Kosta ve Ali’nin ısrarlarına karşı koyamadı. Hep birlikte daha önce oturduğumuz  büyük masaya geçtik.
 
Stelyo Dayı ile o gece şarap içtik sabaha kadar. Türküler söyledi bize, Türkçe, Rumca, benim bilmediğim, hiç duymadığım türküler söyledi, bir ara Kosta ile sirtakiye bile durdular. Hep yanımda oturdu. Türkülerini bana bakarak söyledi.
 
Bir ara kulağıma eğildi. “O, senden daha güzeldi” dedi.
 
***
 
Eve geldiğimizde saat sabahın beşini bulmuştu. İçtiğimiz onca şarap, Stelyo Dayı’nın hikâyesi bizi darmadağınık etmişti.
 
Henüz yirmili yaşlarımızın başında idik. Acaba başımızda kavak yelleri hiç esmiş mi idi? Bizi bir gemiye koyup göndermemişlerdi. Bize gece karanlıkları, bir de bilinmezliğin dehşetli korkusu eşlik etmişti yolculuğumuzda. Yüreğimizde güzellikler istemekten  başka bir suç unsuru taşımıyorduk. Bunun suç olduğunu bile bile, inatla yüreğimizde taşımaya devam ediyorduk. Türkü söylemeye gittiğimiz küçük tavernada Stelyo ile nasıl da karşı karşıya gelivermiştik. Bir kez daha bir yerlerde istenmemiştik.
 
Sevmişti bizi Stelyo Dayı. Sevmeliydi bizi. Yüreğimizde  onurumuz, kendimize ve herkese güzellik istememizdi suçumuz. Stelyo Dayı suç ortağımız olmuştu o gece. Sevmişti bizi.
 
Ardımızda bıraktığımız, çokça bir mektup. Ayak sürüyerek bırakmıştık İstanbul’u gece karanlığında. Ardımızda. Arkaya dönüp bakamamıştık, belki de bir fark eden olur diye. Yolculamaya kimseler gelmemişti. Belki birileri farkına varır diye.  Acımızı yüreğimize gömüp, dudaklarımıza gülümsemeyi iliştirerek ardımızda bırakmıştık İstanbul’u.
 
Biz yitip gitmiştik. Bir sala tutunup soluklanmaktı, Atina’da bu akşam şarap içmek istememiz. Biraz dinlenip yola devam edecektik,  Kosta ile döndüğümüz sirtaki bittikten sonra. Eğer Stelyo Dayı ile karşılaşmasaydık.
 
Gecenin bütün yükü ile her yanımız uyuşmuş bir halde uykuya daldık. Derin uyumuşum.
 
***
 
Bütün uykum boyunca köylerde dolaştım, tarla sürdüm, Stelyo ile. Meryem’i gösterdi bana Stelyo. Uzakta bir kayanın üstüne oturmuştu, uzun simsiyah saçları vardı. Kirpiklerinin gölgesi, önünden akan derenin  suyuna yansıyordu.
 
Stelyo "dememiş mi idim, sana çok benziyor diye“  dedi, kulağıma eğilip.
 
"Haklısın, benziyor. Benden daha güzel ama“
 
Stelyo gururla gülümsedi. Meryem kalktı oturduğu kayanın üstünden, arkasını dönüp yürüdü gitti. Görünmez oldu.  Gece değildi. Güneş tepedeydi. Çok sıcaktı.
 
***
 
Kapı çalıyordu.  Gelen her kim idiyse, epeydir çaldığı belli idi. Yatağın içinde doğruldum. Saate baktım. Sekizi biraz geçiyordu. Hava  ne kadar  sıcaktı bugün. Terlemiştim.  Başım ağrıyordu. Kapı gittikçe daha sert çalınmaya başladı. Ali’ye seslendim. Çok derin uyuyordu. Nihayet uyandı, kapıya bakmaya gitti.
 
Gelenleri merak ediyordum. Çabucak toparlandım, Üzerimi giyinip odadan çıktım. Gelen Stelyo Dayı idi. Yanında yine kendisi yaşlarında bir adam vardı.
 
“Gel, gel, bak bu Yorgo” dedi. “Yorgo da benim gibi Mübadele ‘de gelenlerden”
 
Ellerinde küçük defterler vardı. Çokça okunmaz halde bir yazı ile bir takım isimleri, adresleri sökmeye çalıştım. Kayseri’den, İzmir’den adresleri…
 
Henüz daha ilk durağımızda idik. Nereye gidecektik, nerede duracaktık, bilmiyorduk. Dedim ya, yirmili yaşlarımızın başlarında idik henüz. Bir daha İstanbul. Bir daha babam. Bir daha Çiçek Pasajı, bir daha tavuk göğsü üstü dondurma: bir daha Boğaz’a karşı bir bardak demli çay.
 
Stelyo ile Yorgo’ya kendi öykümüzü anlattık kısaca. Adreslerini aldık. Yolumuza devam ettik biz sonra. Yine bir gece karanlığında. Stelyo ile Yorgo Dayı’yı son kez o gece karanlığında gördüm.
 
Stelyo Dayı kulağıma eğildi son bir kez „yüreğinin güzelliğine sımsıkı sarıl, ne yaparlarsa yapsınlar, izin verme yüreğinin kapısını kırıp girmelerine… Hem biliyor musun, sen de "O’nun kadar güzelsin“ dedi.
 
Gece karanlığına doğru yöneldik, omuzumda Ali’nin sıcak eli, güvenle bastım yere, yüreğimdeki güzelliğe sımsıkı sarılarak, ardıma dönüp, yolculayanlarıma, Stelyo Dayıma "Hoşça Kal“  diye bağırdım.
 
Stelyo Dayı’yı bir daha göremedim. Babamı da bir daha göremeyeceğim.
 
***
 İyi ki rüyalar var.
 

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

04/20/2024 - 16:37
03/31/2024 - 21:39
03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...